12.12.12

GIRLS: Lena Dunham'dan 20'li Yaşların Başında Nevrotik Bir Kadın Olmak Üzerine

Beklentilerin bir diziden/ filmden/ albümden/ kitaptan aldığınız zevk üzerindeki etkisi üzerine buraya (ya da sayısız bloglarımdan birine :) ) bir şeyler yazmış olmalıyım sevgili okurlar. Ama yine de tekrarlamakta fayda var: Söz konusu olan şu yukarıda saydıklarım olunca, beklenti gerçekten de tüm tatminsizliklerin anası. Ha, nasıl mı ortaya çıkıyor bu beklentiler? Haklarında bir şeyler okuyorsunuz, insanlar çok övüyor/ yeriyor, twitter'da, tumblr'da fotoğraflarına, giflerine, videolarına maruz kalıyorsunuz. Bir bakmışsınız ki hakkında birinci elden bir fikriniz olmayan bir ürün hakkında beklentiniz, yargınız oluşmuş bile.
Girls de benim için tam bu durumdan muzdarip bir iş oldu ne yazık ki. Önce zevkine güvendiğim birkaç arkadaştan övgülerini duydum, sonra twitter'da birkaç oyuncunun Leha Dunham'a yazdığı "Girls benim hayatım!!", "Beni anlatıyorsun!!" gibi tweetlerine denk geldim. Ve de karşımdakinin günümüzdeki 20'li yaşların başındaki jenerasyonu (jenerasyonumu) temsil eden bir iş olduğuna dair bir beklentiye kapıldım. Bu beklentiden birkaç ay sonra da (!!!) sonunda dizinin kendisini izlemeye başladım. Tabii ki bu kadar beklenti muhabbetinden sonra reaksiyonumun ne olduğunu tahmin edersiniz: Hayalkırıklığı. Halbuki hiç de kötü bir iş değil Girls, öncelikle çok komik, TV'de görmeyi beklemeyeceğiniz kadar dürüst ve kesinlikle elimde olmadan geliştirdiğim beklentilerim olmasa çok çok daha keyif alarak izleyebilirdim. Ama şimdi beklenti  realite çıkmazını bir kenara bırakalım ve diziye (mümkün olabildiğince) objektif olarak bakmaya çalışalım. 

Girls, dizinin yaratıcısı, senarist ve yönetmeni Lena Dunham'ın canlandırdığı Hannah Horvath'a odaklanan ve Hannah üzerinden Brooklyn'de yaşayan birbirinden çok farklı ve de çoğu zaman neden arkadaş olduklarını sorguladığınız 4 kadının başına gelen birbirinden komik olayları konu alan bir dizi. Bu 4 kadın, her ne kadar çoğu anlatıda (özellikle de TV'de) "yetişkin" hayatlara sahip olarak çizilen yaşlarda olmalarına rağmen (22-25) bırakın hayattan ne istediklerini bilmeyi, doğru düzgün işlere bile sahip değiller. "Gerçekte" olduğu gibi hayatlarında ilk defa yetişkin olmak, para kazanmak, adapte olmak gibi sorunlarla ve hepsinden de ötesi "yetişkinliğin" sandıkları şey olmadığı gerçeği ile yüzleşmek durumundalar. Dizi de, tam bu durumla, Hannah'nın ailesinin artık ona maddi olarak destek olmayacaklarını açıklamasıyla başlıyor. Hayatı boyunca yazar olmak istemiş olan Hannah, tabi ki 24 yaşında ve stajyer olarak bir ofiste çalışan her genç gibi bu duruma hiç hazır değil. 
Hannah'nın "Ne istediğimi bulmaya çalışıyorum" olarak özetlenebilecek bu yetişkin olma sancıları, aşk hayatında da son derece belirgin tabii ki. Erkek arkadaşı olmasını istediği ama (en azından Hannah'nın gözünden) seksten öteye geçemediği Adam'la olan maceraları dizinin en eğlenceli ve en beklenmedik hikaye kollarından birini oluşturuyor. En yakın arkadaşı ve de dizinin iyi çizilmiş 2. (ve son) karakteri Marnie uzun süreli ilişkisinin artık bittiğini kabullenemeyip kendine uygun gördüğü "iyi, ideal" kimliğinden sıyrılması gerektiğini kabullenemezken, Hannah Adam'la istediğini sandığı şeyi aslında istemediğini fark ediyor. 
Hannah ve Marnie'nin hikayeleri, tam da bu açıdan, yani "İkili ilişkilerde bencil olan, arayışlarda olan, karşı tarafın kalbini kıran erkektir" stereo-type'ının çok yanlış ve de kadını pasif kıldığı için cinsiyetçi olduğunu göstermesi açısından önemli ve de dürüst. Ve ben açıkçası, diğer karakterler Jessa ve Shoshanna'nın slapstick komedileri hariç, en çok Hannah ve Marnie'nin hikayelerini izlemekten keyif aldım, en çok onların kendilerini içinde buldukları büyüme sancıları, iş-eş-dost durumları ile özdeşleştim.
Çünkü maalesef, Jessa ve Shoshanna, Marnie ve de özellikle Hannah ile karşılaştırıldığında karikatürden öteye geçemiyor. Onların bu karikatürize durumları (Shoshanna'nın neurosis'e varan hiper-aktif, takıntılı hali, Jessa'nın hakkında hiçbir şey bilmeden sadece "çılgın" olduğunu kabul etmemiz beklenmesi) dizinin komedisi için belki bilinçli kararlardır, ancak çoğu zaman bu iki kızın Hannah ve Marnie ile neden arkadaş olduklarını, neden birlikte vakit geçirdiklerini anlamak çok güç.. Ya da neden ana karakterler olduklarını. Özellikle de Shoshanna'nın. 

Bu ikisinin hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız için karikatüre kayan karakterleri, dizinin bir jenerasyonun gerçek kadınlarını portrelemek gibi bir derdi olmasaydı (ya da bu dert ona yapıştırılmasaydı diyeceğim ama Lena Dunham'ın röportajlarından böyle bir çıkarıma varmak zor), adı "Girls" gibi son derece kapsayıcı ve genel olmasaydı açıkçası hiç can sıkmayabilir, bayıla bayıla da izlenebilirdi. Nitekim TV'de böyle bir sürü karakter var ve komedi bir tür olarak buna çok uygun bir tür. Ama Girls, kesinlikle sadece komediden daha iddialı ve de kendini komedi için fazla ciddiye alıyor. Bu sıkıntı, neyse ki sezonun ikinci yarısında karakterler arası iletişim arttıkça ve bölümlerin temposu yerine oturdukça azalıyor. Shoshanna'nın bakirelik takıntılı OCD halinden daha fazlası olduğunu, Jessa'nın kendisinden başka insanların da varlığından haberdar olduğunu gösteren az da olsa sahneye denk geliyoruz örneğin :) Adam ile Hannah ilişkisi de yine sezonun ikinci yarısında çok daha ilginç ve tahmin edilemez bir hal alıyor, dolayısıyla izlemesi zevkli bir hikayeye dönüşüyor. Bu tür gelişmeler, dizinin geleceği için (2. sezonu Ocak başında başlayacak) umut vadeden gelişmeler.
Yine de, izlemeyenler için uyarımı yapmakta fayda görüyorum, pazarlananın aksine çok daha spesifik bir kesime hitap eden, çok daha komedize bir yapım Girls. Beklentileri gerçekçi tutmakta fayda var :)

18.10.12

AŞK: Şems'in Gölgesinde Bir Rumi ve Orta Amerikalı Ev Kadını Problemleri

Elif Şafak okumaya Mahrem mi yoksa Baba ve Piç ile mi başladığımı hatırlayamıyorum, her ne kadar iki romana dair o dönemki izlenimlerimi net olarak hatırlasam da.. Mahrem'e hayran kalmıştım, özellikle kurgusu beni çok etkilemişti, elimden bırakamadan okumuştum. Sonra üniversitede bir ders için tekrar okudum, ilkine yakın bir keyif aldım. Baba ve Piç'i okuma sebebim ise tamamen ilk yayınlandığında etrafında dönen spekülasyonlar ve roman sebebiyle Elif Şafak'a açılan artık meşhur sayılabilecek "Türklüğe hakaret" davasıydı. Onu da yine beğendiğimi, kısa zamanda okuduğumu, ama Mahrem kadar etkileyici bulmadığımı hatırlıyorum. 
Bunlar sonrasında uzunca bir süre Elif Şafak okumadım, her ne kadar Metis'ten Doğan Kitap'a geçişi, Siyah Süt'ün çıktığı dönemdeki haberleri, Aşk ile ilgili tartışmaları, İskender'in (yine artık meşhur diyebileceğimiz) kapak ve intihal tartışmalarını yakınen olmasa da ilgiyle takip etsem de.. Elif Şafak'ın kariyerini sanırım benim bu okurluk/izleklik deneyimime bakarak bile biraz özetlemek mümkün: Spekülatif bir yazar Elif Şafak. Her yazdığı bir şekilde en az sevenini olduğu kadar sevmeyenini de çağıran, herkesin hakkında bir fikir sahibi olduğu, roman okurunun  dedikodusunu yapmaktan, yermekten veya övmekten zevk aldığı. Benim bu kitleden çıkıp kendisini biraz daha fazlaca okuyup etraflıca hakkında araştırma yapmamın sebebi üzerinde çalıştığım bir proje oldu. Bu proje kapsamında hem kendisinin hayatına, hem de eserlerine mümkün olduğunca yakından bakmam gerekti. Tabi Elif Şafak çok üretken bir yazar olduğundan bunu hali hazırda okuduklarıma sadece Bit Palas ve Aşk'ı da katarak yapabildim, ama yine de bu çalışma sayesinde kendisine eskisinden daha az ön yargılı bakabilme şansını yakaladığımı düşünüyorum. 
Bunları baştan böyle uzun uzadıya söylemek istedim, çünkü kendisine hakkında yazılanlardan bağımsız, sadece kitaplarına bakarak yaklaşmak istememe ve de karşımda altı dolu bir metin  bulmayı umut etmeme rağmen en son okuduğum romanı Aşk beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Öyle bir hayal kırıklığı ki bu, romanı okurken kendimi bundan sonra okuyacağım şeyleri düşünerek kitabı bitirmeye motive etmem gerekti. Çoğu yerde çok sinirlendim, okuduğum şeyin sığlığına, klişeliğine, karakterlerin (özellikle Ella ve Aziz'in) yapaylığına hatta karikatürizeliğine inanamadım. Ve genelde hep çok sevdiğim şeyler hakkında yazmayı tercih etmeme rağmen, bu kitap hakkında doğru düzgün bir okur yorumuna denk gelmeyince de (Guardian'da bulduğum şu review'ın kısalığı özellikle dikkatimi çekti, Guardian'a bu kadar kısa kitap eleştirisi yazılabildiğini bilmiyordum!) hakkında yazmak istedim ve de karşınızdayım.
Öncelikle Aşk'ın da çoğu Şafak romanı gibi çok anlatıcılı ve de çok anlatılı olduğunu söylemekte fayda var. Bir yandan 2008'de Chicago'da yaşayan 40 yaşına merdiven dayamış zengin Yahudi bir ev kadını olan Ella'nın, okuduğu bir roman sayesinde Sufizm ve hayatının aşkıyla tanışmasını okuyoruz, bir yandan da 13. yüzyıl Orta Doğu ve Anadolu'sunda Şems'in Mevlana ile tanışma ve dostluk macerasını.
Ella'nın hikayesi, Guardian'ın yorumunda da söylendiği gibi, son derece Eat, Pray, Love. Zengin, mutsuz, ama Şafak'ın, belki de Rumi ve Şems'in (özellikle Şems'in) hikayesine daha önem verme kaygısından, kendisini hiçbir şekilde derinleştirme çabasına girişmediği için bir türlü önemseyemediğiniz bir kadın Ella. Onu bizim için o yapacak, karakteristik, onu o zaman diliminde o coğrafyada o şartlarda yaşamasından dolayı şekillendiren herhangi bir deneyimine şahit olmuyoruz. Ella, eğer adını ve hikayesindeki isimleri değiştirirseniz pekala İstanbul'da yaşayan orta yaşlı, üst sosyo-ekonomik seviyeden bir kadın da olabilir. Elif Şafak'ın onunla ilgili bilmemizi istediği stereotype'ın (orta Amerikalı, orta yaşlı, mutsuz ev kadını streotype'ından bahsetmiyorum, Şafak'ın Ella'ya yarattığı karakter streotype'ından bahsediyorum) ötesine geçmek, onu gerçek, elle tutulur kılmak gibi bir derdi yok. Ella ve Ella sayesinde Aziz, sadece birer plot device'lar sanki. Aziz Ella'ya neden aşık oluyor? Bunu okuyucu olarak anlamamız, bilmemiz mümkün değil. Ella'nın Aziz'e olan duygularını, ona çekimini anlamlandırmak mümkün, çünkü Aziz, ona bilmediği bir dünyanın kapılarını romanı sayesinde ve yazışmaları aracılığıyla aralıyor, ona evliliğinde hiç bulmadığı bir ilgiyi ve sevgiyi veriyor. Peki Ella'nın Aziz'e sunduğu ne? Bunun cevabı kocaman bir boşluk. Çok üzülerek söylüyorum ama, Ella, kitabı okuyan orta yaşlı kadın okuyucu kendini rahatça özdeşleştirsin diye içi bomboş bırakılmış gibi. 
Aşk'taki problemler bununla bitiyor sanmayın. Ella ve Aziz, Aşk'ın çok küçük bir bölümünü oluşturuyorlar, asıl hikaye, Şems'in, dolayısıyla da Mevlana'nın hikayesi. Ne yazık ki onların hikayesi de Ella ve Aziz'inkine benzer yüzeysellikler, klişeler ve mantık hatalarıyla dolu. Öncelikle, Sufizm, Mevlana ve Şems hakkında çok sınırlı bilgi sahibi olduğumu, yaptığım, yapacağım her türlü yorumun bu romanın, bu metnin sınırları dahilinde olduğunu söyleyeyim. Mevlana ve Şems'in ilişkisi ve 13. yüzyıl Anadolu'su hakkında söylediklerimin hiçbiri, bu romanın eleştirisinden öte olmayacaktır.
Çoğu negatif yorumda bile, Şafak'ın Anadolu ve Konya tasviri başarılı bulunmuş. Bende ise bu tasvir son derece havada ve yetersiz bir izlenim bıraktı. Mekanların ve kişilerin neredeyse hiçbirini okurken gözümde canlandıramadım. Burada romanın dilinin büyük bir payı olduğunu düşünüyorum. Ben Aşk'ı Türkçe çevirisinden okudum, dolayısıyla İngilizce'sinden okuyan ve bu sorunu yaşamayanlar varsa yorumlarını okumayı çok isterim, ancak Türkçe çevirisinde neredeyse tüm karakterler aynı bilinçten, aynı ağızdan konuşuyorlar. Tabi ki yazarın 13. yüzyıl Anadolu'sunda konuşulan Türkçe'yi yakalamasını beklemek abes ve gerçeküstü bir beklenti olur, ama Mevlana'nın, Şems'in, Mevlana'nın ailesinin günümüz konuşma dilinde konuşması, düşünmesi, haydi bunu geçtim, 13. yüzyılda Konya'da yaşayan bir ayyaşın, bir fahişenin, bu karakterlerle aynı seviyede bir bilinçlilikte ve akılda çizilmesini "gerçekçi" bulabilmek çok güç. Bu bölümlerde ne yazık ki kendimi basitleştirilmiş bir Mevlana, Şems tarihi-kurgusu okuyormuşum gibi hissettim. Şafak, bilerek ya da bilmeyerek öyküsünü derinleştirmekten, dil & mekan gibi konularda inandırıcılıktan feragat etmiş, anlatmak istediğini en kolay ve çabuk yoldan anlatmayı seçmiş gibi..
Şems ve Mevlana'nın hikayesinde beni en çok rahatsız eden bir mesele de, Şems'in son derece dramatik, Mevlana'nın da tıpkı Ella'da olduğu gibi derinliksiz çizilmesi oldu. Şems, hem fiziksel tasvirlerine, hem de Konya ahalisi ve Mevlana'ya yaklaşımına bakıldığında, maneviyatıyla var olan bir abdal değil de, etrafındakileri kışkırtmak ve dikkatleri üzerine toplamak amacıyla hareket eden, olgunlaşmamış bir adam, bir performer gibi.  Her tanıştığı Aşk'ın yolundan sapmış insana motivasyonsuz anlattığı hikayeleri, 40 kuralını en son hangisinde kaldıysa ondan devam ederek okumasını, kimsenin de çıkıp "Ne kuralı yahu?" dememesini saymıyorum bile... Şems saçma da olsa bu kadar detaylandırılmışken Mevlana'yı Şems için çekici kılanın ne olduğu sorusunun cevabını vermenin mümkün olmaması da cabası. Mevlana ve Şems dostluğunda, Şems'in Mevlana'yı uğrunda ölünecek kadar sevmesini okuyucu için inanılır kılan bir olaya ya da tasvire rastlamıyoruz. Şems'in Mevlana'yı bu kadar sevmesinin motivasyonu, sadece onunla tanışmadan önce onu rüyasında görmesi, onunla dost olmanın kaderinde olduğunu bilmesi olabilir mi? Ben açıkçası okurken bu duruma ikna olmakta büyük zorluk çektim.
Bu ikilinin dostluğunda bir başka problem de, yine romanın geneline de yayılmış romantize ve dramatize ton. Şems, niye durduk yerde Mevlana'nın şair olmasını istiyor? Mevlana niye durduk yerde şiir okumaya başlıyor? Şems öldükten sonra daha önce çok sevdiği karısını kaybettiğini bildiğimiz Mevlana niye "İlk defa ayrılık acısını tattım," diyor? Şems Kimya ile neden evleniyor? Madem evlendi, evlendikten sonra onunla neden birlikte olamıyor? Kimya öldükten sonra Mevlana bunun bahsini neden hiç yapmıyor? Cevapsız kalan, okurken size devamlı okuduğunuz şeyin inandırıcılığını sorgulatan o kadar çok soru var ki.. Olay örgüsüyle ilgili bu kadar çok soru barındıran bir romanın basılmış olduğuna bile inanamıyorsunuz bir noktadan sonra.
Aslına bakarsanız Aşk'la ilgili problemli bulduğum, söyleyebileceğim daha çok şey var (bunun başında da Mevlana ve Şems arasındaki ilişkinin ağırlıklı olarak homoerotik bir şekilde çizilmesi geliyor); ama yazımın hali hazırda uzunluğu dolayısıyla burada bitireyim istiyorum. Beni bu kadar hayal kırıklığına uğratmayan bir kitapla, filmle, diziyle ilgili bir başka yazımda görüşmek üzere :) 

16.10.12

Twin Peaks: 90lar Başından Bir David Lynch Kültü

Eğer benim gibi 80ler sonunda doğmuşsanız, Twin Peaks'i muhtemelen Star'da gece yarısı yayınlanan bölümlerinden tanıyorsunuzdur (hatta anne babanız benimkiler gibi "Hadi yat çocuğum,", "Bu çocuklara göre değil," diye sizi televizyondan uzaklaştırmadıysa belki hikayesiyle ilgili aklınızda az çok bir şeyler kalmıştır da). Ben diziyi uzun zamandır merak etmeme rağmen sonunda birkaç ay önce izlemeye başladım, geçtiğimiz günlerde de bitirdim ve de hakkında yazılmış pek yazıya denk gelmeyince bir şeyler yazayım istedim. İzlemeyenleri şimdiden uyarayım: Bu yazı spoiler içerir.  
Twin Peaks, Washington State'de yer alan, etrafı ormanlarla çevrili, iklimi itibariyle kasvetli, küçük bir kasabadır. Bu kasabanın sessiz varoluşu, kasabanın gözdelerinden lise öğrencisi Laura Palmer'ın cesedinin plastik bir torbaya sarılı olarak bulunmasıyla bozulur. Twin Peaks, artık egzantrik FBI ajanı Dale Cooper'ın mesken bellediği, herkesin zanlı olarak yargılanabileceği, dikkatlerin üzerinde toplandığı bir kasabadır. Ancak Twin Peaks'i, dikkat çekici ya da "garip", "karanlık", "açıklanamaz" kılan Laura Palmer'ın cinayetinden çok daha başka şeyler, güçler ve kasabalılar arasındaki ilişkilerdir. Bunları da bölümler ilerledikçe öğrenir, dizinin kapsamının bir cinayetin çözümünden çok daha fazlası olduğunu/olacağını anlarız. Ve dizinin kapsamı genişledikçe janrı da değişir, genişler, hatta kendine ait bir janr tanımlamaya bile başlar, çünkü Twin Peaks, bölüm sayısı arttıkça hayranlarının özellikle cezbedici bulduğu grotesk karakterleri, bu karakterler arasındaki Amerikan pembe dizilerini alaya alan ilişki yumağı, X Files'ı aratmayan gizemleri ile benzeri olmayan bir türler arası geçişlilik gösterir.

FBI ajanı Dale Cooper, Twin Peaks'te zaman geçirdikçe, önce Laura Palmer'ın göründüğü gibi herkes tarafından sevilen, cici bir lise öğrencisinden ibaret olmadığını, sonra da Twin Peaks'teki huzurlu ve durağan ilişki ağının göründüğünden çok farklı olduğunu öğrenir. Twin Peaks'teki neredeyse herkesin göründüğünden başka bir hayatı vardır ve neredeyse herkes, ne kadar dışarıdan temiz görünürse görünsün, ya ilişkileri ya da dahil olduğu yasadışı olaylar sebebiyle karanlık bir taraf barındırır. Neredeyse diyorum, çünkü geriye kalan Cooper, Donna, Audrey, James gibi karakterler de dizi boyunca vakitlerini diğerlerinin bu ikili hayatlarındaki gizemleri çözmeye adıyor ve kendilerini ya bu ilişki ağlarının içinde ya da korktukları şeylerin tam ortalarında buluyorlar.
Sadece iki sezon devam etmiş Twin Peaks'in büyük bir bölümü Laura Palmer'ın cinayetinin çözülmesine ayrılmış ve ikinci sezonun ortasında "katilin" kim olduğunu öğreniyoruz. Bu süreçte Twin Peaks'teki karanlık gücün Cooper'a görünen ip uçları sayesinde seyirciye belirli bir ölçüde de olsa "açıklanması" söz konusu. Ancak, ne yazık ki dizinin ömrü çok kısa olduğundan, Twin Peaks mitolojisi hiçbir zaman "çözülmemiş" ya da derinleştirilmemiş. Bunda, dizinin reytinglerinin ikinci sezon başlarından itibaren büyük bir düşüş göstermesi ve yayınlandığı kanal olan ABC'nin Lynch'e ve ekibine Palmer'ın katilinin açıklanması için baskıda bulunmasının etkisi büyük.

Laura'nın katilinin kim olduğu açıklandıktan sonra, dizide büyük bir ivme düşüşü gerçekleşiyor ve Bob ve Twin Peaks'in ormanlarında var olan o güç, dizinin "kötü"sü olmaktan çıkıyor. Cooper'ın eski partneri, ezeli düşmanı, deli ve tahmin edilemez olarak çizilen Windom Earle, yeni "kötü" olarak diziye dahil oluyor. Açıkçası seyirci olarak bu yeni hikaye örgüsüne birkaç bölüm kadar adaptasyon problemi yaşıyorsunuz. Gerçi Windom Earle'ün derdi ve sonu da son bölümlerde Bob ve Black Lodge/White Lodge meselesine bağlanıyor, ama o süre içerisinde yaşadığınız hedeften sapmaya ne gerek vardı diye düşünmeden de edemiyorsunuz. Burada tabi ki, kanalın baskısının olduğu kadar, Cooper'ı canlandıran Kyle MacLachlan'ın, Cooper'ın Audrey Horne ile olan ilişkisini canlandırmak istememesi ve bu konuda dizi senaristlerini zorlamasının da etkisi büyük. Audrey Horne, Cooper'ın odağından ve olay örgüsünden çıkınca, ona yeni bir "aşk" yazma kaygısıyla hareket eden ve "iyi kalpli, kadınların ilgisini çekecek ajan" profilinden sapmak istemeyen senaristler, yine damdan düşme bir kararla Windom Earle'un karısı ile geçmişini ve Annie karakterini hikayeye dahil etmek zorunda kalmışlar. Hal böyle olunca zaten kendi mitolojisinden uzaklaşan dizi, bir de karakterler arasındaki duygusal ilişki ağını çözüp ortaya yeni karakterler ve öyküler atınca izleyicisinin büyük bir bölümünü kaybetmiş. Açıkçası dizinin sadece iki sezonu olduğunu bilmesem ya da diziyi gerçek zamanlı izleyen kitleden olsam, muhtemelen ben de izlemeyi bırakabilirdim, çünkü sezon ortasında yeterince işlenmemiş bir hikayeden diğerine ve alakasız ve zorlama aşk öykülerine atlayan bir diziden medet ummak pek akıl işi değil. 
Neyse ki son birkaç bölüm dizinin ana mitolojisine hayran olan benim gibileri az da olsa tatmin ediyor. Bob ve Black Lodge'a Windom Earle ve Annie sayesinde olsa da (Lynch'in orijinal planına göre Black Lodge'a kaçırılan aslında Audrey olacakmış) geri dönüyoruz ve daha ilk sezonun ilk bölümlerinde Dale Cooper'ın rüyasında gördüğü o sahne biraz daha açıklık kazanıyor. Tabi hikayenin işlenmeyen birçok kilit noktası hala var ve ne yazık ki sonsuza kadar da olacak ama en azından Laura Palmer ve Dale Cooper bağı biraz açıklığa kavuştuğu için dizinin sonunda yayından kaldırıldığı için kafamı duvarlara vurmak istemedim :) Her ne kadar Cooper'ın Black Lodge'da kalan ruhunun nasıl kurtulacağını, Bob'un yeni maceralarını ve Twin Peaks şerif biriminin bu duruma yaklaşımını deli gibi merak etsem de.
Twin Peaks, bir David Lynch işinden bekleyebileceğiniz her türlü özelliğinin yanı sıra pembe diziyi aratmayan ilişki ağları, Nadeen, Log Lady, Dr Jacoby, Deputy Andy, Lucy gibi karakterleri ile de farkında olmadan insanı kendine alıştıran, bittikten sonra tekrar izlemek isteyeceğiniz, "klasik" sayılabilecek, gerçekten eşi benzeri olmayan bir dizi. Karakterler arasındaki ilişki ağlarının bu kadar çarpık olması ve özellikle de ilk sezondaki twistleri ile bana The Killing'i zaman zaman çok hatırlattı; ancak Twin Peaks'e (aslında Lynch'e) özgü psikolojik gerilimi, grostesk ve kitsch özellikleri barındıran karakter ve durumları ile kendinden etkilenen The Killing gibi işlerden çok çok ötede bir yerde ve yayınlanmasının üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hala hatırlanmayı ve izlenmeyi hak ediyor. 

28.9.12

Restless: Gus Van Sant'tan Bir Gençlik Güzellemesi

Daha önce bir Gus Van Sant filmi izlemişliğim yok, dolayısıyla Restless kendisinin filmografisinde nasıl bir yere sahip fikir beyan etmem mümkün değil. Ancak bu yazıyı yazmadan önce yaptığım çok kapsamlı olmayan araştırmadan çıkardığım, bu filmin sessiz sedasız gelip geçmiş, pek de üzerinde konuşulmamış bir film olduğu yönünde. Hatta filme dair bulabildiğim çoğu haber linki beni Henry Hopper'ın filmden tamamen alakasız skandalına yönlendirdi. Durum böyle olunca da filmi izleyeli birkaç gün olmasına rağmen (ben izleyip, dinleyip, okuyup üstüne bir de beğenince hemen hakkında bir şeyler yazma ihtiyacı duyan bloggerlardanım) hakkında bir şeyler yazayım istedim.
Mia Wasikowska ve Henry Hopper'ın başrollerinde olduğu ve talihsiz aşıkları canlandırdıkları Restless, ölümün hayatlarında fazlaca yer kapladığı yirmili yaşlarına henüz erişmemiş Enoch ve Annabel'in kesişen öykülerine odaklanıyor. Enoch, anne babasını bir trafik kazasında yitirmiş, tek arkadaşı İkinci Dünya Savaşı şehidi Hiroshi'nin hayaleti olan garip bir gençtir. Tanımadığı insanların cenazelerine gitmek, kendine olay yerinde ölü bulunmuş ceset süsü vermek ve hayalet Hiroshi ile amiral-battı oynamak hobileri arasındadır. Bir gün gittiği cenazelerden birinde Annabel ile tanışır. Kanser hastası Annabel ne yazık ki mücadelesine yenik düşmek üzeredir, doktorları sadece üç ay yaşayabileceğini söylerler. Buna rağmen Enoch ve Annabel, önce arkadaş, sonra sevgili olmaktan ve yaşamaya devam etmekten vazgeçmezler. Enoch'ın da dediği gibi; "İnsan 3 ayda bir sürü şey yapabilir."


Konusu itibariyle bana salya sümük izlediğim A Walk to Remember'ı hatırlatan Restless'ın, son zamanlarda insanların hastalık ve romantizm üzerinden duygularıyla oynayarak gişe yapan birçok filmle ortak noktası neyse ki sadece bundan, yani ölüm ve hastalık temalarından, ibaret. Film kesinlikle Annabel'in hastalıkla mücadelesine, ölümün iki aşığı ayıracak olmasının trajedisine, hatta "son günlerin kıymetini bilmek lazım" safsatasına odaklanmıyor. Bunlar tabi ki filmde mevcut, nitekim ölüm meselesi hayatlarında bu kadar belirgin olan iki genci konu edinip bunlar yokmuş gibi davranmak abes olurdu. Restless, tüm bu tema ve alt temalarını Enoch ve Annabel'in yeni başlayan aşkları ve karakterleri üzerinden işliyor. Onların beraber geçirdikleri zamana, oynadıkları oyunlara, birbirlerinin hayatlarına girişlerine, birbirlerini tanıyışlarına tanık oluyoruz. Filmin tüm sihri de bunlarda saklı, Annabel ve Enoch'ı ayrı ayrı ve özellikle de birlikte sevmemek mümkün değil. İşin içine bir de aşkını sevdiği kadına itiraf edemeden ölen Hiroshi'nin hikayesi eklenince film insanı en çok vuran o filmlerden birine dönüşüyor: Ağlak olmak istememesine rağmen insanı ağlatan filmlere yani.. Hatta o kadar ki, Annabel ölmesin diye dua ederken buluyorsunuz kendinizi. Filmin tonu da o kadar kandırıkçı ki bu konuda, ben birçok kez kendimi "Yok herhalde ölmeyecek," derken buldum :) Adı Annabel olan bir karakterin ölmeyeceğini sanmak ne kadar komik ve imkansız olsa da..
Yine de Restless, bunlara rağmen ölüm hakkında bir film değil. Enoch ve Annabel'in kendi hobilerinin ve dünyalarının içinde kaybolduğu, son günlerine kadar doya doya yaşadığı ve ölüme rağmen birlikte olmaktan vazgeçmedikleri, "genç olmak" hakkında bir film. Ve bu yaklaşımı, onu adını andığım ve anmadığım birçok ağlak filmden çok daha iç burkan ve de orijinal bir film kılıyor. 

26.8.12

Enginar Kalpler: Heyecan Verici Bir İlk Roman


Çocuklar, gençler nasıl kitaplar okumalı? Okudukları kitaplar hangi konuları işlemeli, hangilerinden uzak durmalı? Bunlar, çocuk ve gençlik edebiyatını takip edenlerin bildiği gibi sıkça tartışılan konular. Kelime Yayınları, ödüllü Alman yazar Mirjam Pressler’in eserleri Haydi, Konuş Artık! ve Acı Çikolata’yı yayımlayarak, ergenliğin en önemli ve sorunlu aşamalarında takılmış gençlerin hikâyelerini okurlarıyla buluşturmuş ve bu konuda cesur bir adım atmıştı. Sita Brahmachari’nin yayımlandığı 2011 yılında Waterstone’s Çocuk Edebiyatı Ödülü’nü kazanmış olan ilk romanı Enginar Kalpler de, tıpkı bu iki roman gibi çocukların ve gençlerin büyüme sürecinin önemli bir parçası olan bir konuyu işleyerek, bu sefer İngiltere’den bir eserle bu yolda ilerlemeye devam ediyor.
Enginar Kalpler, on iki yaşındaki Mira’nın ağzından günlük formunda yazılmış bir roman. Yapıtın ele aldığı ergenlik ve büyüme sancılarının biyolojik hallerinden tutun da ilk sırra, ilk cep telefonuna, ilk sorumluluklara ve ilk aşka kadar tam bir ilkgençlik romanı. Ama bunları işleyen benzeri birçok romanın aksine çok daha ciddi ve hassas bir konuyu; çok sevilen bir aile ferdinin, Mira’nın büyükannesi Josie’nin kanserle mücadelesine yenik düşmesinin Mira ve ailesi üzerindeki etkilerini konu ediniyor.
Tedavisinin sonuç vermediğini öğrenen ressam ve özgür ruhlu büyükanne Josie, tüm sevdiklerine veda ederek, kendi cenazesini bir kutlamaya dönüştürerek, her aile üyesine kendisini hatırlatacak bir eşyasını yadigâr bırakarak ölmeyi seçiyor. Bu seçimi her ne kadar onu bir rol model olarak gören Mira başta olmak üzere ailesi ve dostlarını ölümüne bir nebze hazırlasa da, yine de sevdikleri bir aile üyesini kaybetmenin acısıyla başa çıkmak zorunda kalıyorlar.
Sita Brahmachari, böyle hassas ve iyi işlenmesi gereken bir konuyu melodrama kaymadan ele alabilmeyi ve on iki yaşındaki ana karakterine uygun bir şekilde çözümlemeyi başarmış. Yeni bir yazardan beklenmeyecek bir ustalıkta kurguladığı Mira karakteri, Enginar Kalpler’de kendine özgülüğü, büyükannesinden aldığı yaratıcılığı ve önyargılardan uzaklığı ile karşımıza çıkıyor. Onun tüm bu özellikleri tahmin ediyorum ki genç okuru olduğu kadar yetişkin okuru da cezbedecektir. Hepsinden önemlisi de, hem ergenlikle hem de büyük bir kayıpla karşı karşıya olduğu bu dönemi, yine büyükannesi Josie’nin tavsiyesiyle, acının insanı katılaştırması gereken bir şey değil de sadece yaşanması gereken bir deneyim olduğunu öğrenerek atlatıyor Mira. Arkadaşlarının ve öğretmenlerinin yardımıyla acının ve kaybın çevresindeki insanların da bir parçası olduğunu fark ediyor. İçinden geçtiği bu döneme rağmen, yeni insanlara kendini açmaya, yeteneklerini keşfetmeye, yaşamaya devam ediyor. 
Böyle etkileyici bir öyküyü çağdaşlarının aksine büyücülere ve vampirlere tercih eden Sita Brahmachari ve bir büyükanne ile torun arasındaki sevginin insanı nasıl şekillendirebileceğini gösteren Enginar Kalpler, özellikle günümüz ilkgençlik edebiyatı atmosferinde gözden kaçırılmamalı. 

Bu yazı ilk olarak 24.08.2012'de Radikal Kitap'ta yayınlanmıştır. 

31.7.12

Snow White and the Huntsman: Bir Grimm Yorumu Daha

Amerika'daki yeni internet yasaları tartışmaları ve başta MegaUpload gibi paylaşım sitelerinin kapanması benim gibi internetten film takip edenleri fena vurdu. Çok yakın bir zamana kadar gösterime yeni giren -hatta bazen girmemiş- filmler için DVD kalitesindeki linkler bulmak mümkünken şimdi ne yazık ki CAM'e mahkum olacağız gibi görünüyor. En azından bu filmlerin DVDleri çıkana kadar..
Niye böyle bir girizgah yaptığıma gelince.. Snow White and the Huntsman, hem konusu, hem oyuncuları için ilk gösterime girdiğinde merak ettiğim bir film olmasına rağmen sinemada izlemeyi kaçırdığım, sonrasında da unuttuğum bir filmdi. Ancak geçtiğimiz hafta Kristen Stewart'ın Robert Pattinson'ı Snow White'ın yönetmeni Rupert Sanders ile aldatma skandalı patlak verince ve film tekrar gündeme düşünce bulabildiğim tek versiyon CAM olmasına rağmen filmi izlemeye karar verdim.
Neyse ki, indirdiğim versiyon izlenebilir çıktı da merakımın kurbanı olmamış oldum :)
Film, Grimm Kardeşler'in Snow White masalını, Angela Carter-vari bir yaklaşımla, Kraliçe'yi (filmdeki adıyla Ravenna'yı) erkek-egemen bir dünyada güzelliğini ve gençliğini silah olarak kullanan iktidar kaygılı bir karaktere dönüştürerek ele almış. Ravenna, Snow White and the Huntsman'da, Snow White'ın babasının krallığını onunla evlenip gerdek gecesi onu öldürerek ele geçiriyor. Annesi tarafından "fairest of blood" ile yapılan bir büyüyle genç ve güzel kızların gençliklerini çalma yeteneğine kavuşan Ravenna, bu yetenekle ölümsüz olmuş, kralları güzelliği, ordularını büyüsüyle yenmiş, gittiği her ülkenin toprağını kara büyüsüyle kurutmuştur. Sonu, büyülü aynasının da söylediği gibi kendisi de "fairest of blood" olan Snow White'ın elinden olacaktır. İşte bu noktada tahmin edebileceğiniz gibi hikayeye Huntsman da dahil olur. Filme Snow White da, ve tabi ki Kristen Stewart da bu noktada dahil oluyor.


Filmin bu noktasına kadar Kraliçe Ravenna'nın öyküsü, her ne kadar bazı boşluklar barındırsa ve izleyicinin bazı şeyleri bildiğini varsaysa da (Ravenna, genç ve güzel kızların gençliklerini büyüsüyle çalabiliyorsa neden Snow White'ın kalbine ihtiyacı var? Niye Snow White "fairest of blood"? vs vs.) filmin o kadar büyük bir bölümünü teşkil ediyor ki, ve Charlize Theron abartılı performansına rağmen Ravenna rolüyle kamera karşısında o kadar iyi ki, açıkçası bütün bir film bu kalibrede devam etse çok başarılı sayıp bağrıma basabilirdim. Ne yazık ki, Kristen Stewart Snow White olarak karşımıza çıktığı andan itibaren filmin bütün illüzyonu kırılıyor. 
Snow White, kendisine bir karakter olarak bağlanmamızı, dolayısıyla da hikayesine inanmamızı sağlayacak her türlü arka plan hikayesinden mahrum bırakılmış ve sadece "güzel" ve "iyi kalpli" olduğu için Ravenna'ya karşıt bir güç olarak çizilmiş. Bu nedenle filmde tamamen inandırıcılıktan yoksun. Bir de biliyorum çok kullanılan bir argüman, ama bu noktada altını çizmekte yarar var: Ravenna ve Snow White'ı güzellik kıstasından karşı karşıya koyacak ve izleyicilerinizden iyi olanı tercih etmelerini bekleyecekseniz, Kraliçe olarak Charlize Theron gibi bir kadını seçmek niye? Kristen Stewart, sırf Charlize Theron yüzünden bile bu filme 1-0 yenik başlıyor. 

Snow White'ın derinlikli bir karakter olarak çizilebilmesi için yeterli arka plandan yoksun olması, Huntsman ile olan ilişkisine de yansıyor. Sizi bilmem ama ben bütün film boyunca Huntsman'ın neden Snow White'a aşık olduğunu sorguladım. William'ın, (Snow White'ın çocukluk arkadaşının) hisleri, ortak geçmişleri dolayısıyla belki anlamlandırılabilir, ama Huntsman ile Snow White arasındaki iletişimin minimum seviyede tutulması, bana yine "Snow White o kadar güzel ki, tabi ki Huntsman ona aşık olacak," argümanına yaslanılmasından kaynaklanıyor gibi geliyor. Yedi cücelerin Snow White'a onun için hayatlarını feda edecek kadar bağlanmaları, William'ın aradan seneler geçmesine rağmen hala Snow White'a aşık olması gibi durumların, Snow White'ın filmdeki karakterlerle iletişiminin ne kadar az olduğu söz konusu olduğunda ne kadar absürd kaçtığını söylememe bile gerek yok sanırım. 


Ne yazık ki bunların yanı sıra bir de açıklanmayan ve körü körüne kabul etmeniz beklenen, bu sebeple de ne olduğunu anlamlandıramadığınız bir sürü detay var filmde. Ravenna'nın içinde banyo yaptığı beyaz sıvı mesela.. Bu sıvı, Ravenna'nın gençlik-güzellik takıntısından dolayı süt olarak mı algılanmalı? Peki sıvıdan çıktıktan sonra bembeyaz olmasına ne diyeceğiz, "Estetik olarak güzel görünüyor," mu? Aynı şekilde Snow White zindandan kaçtıktan sonra onu kumsalda bekleyen ata ne demeli? Kuşları, filmin sonlarına doğru elflerin yönlendirdiğini gördük, at için de mi aynı şey geçerli? En önemlisi.. Snow White'ın Huntsman tarafından öpüldükten sonra dirilmesini kimsenin açıklamamasına ne demeli? Sırf masalda Snow White prens tarafından öpüldüğünde uyanıyor diye (ki bu orijinal Grimm masalında olmayan bir detay) Snow White'ın dirilmesine ve geri dönmesine filmdeki karakterler de mi şaşırmayacak? 
Filmin bir devam filmi olacağı duyurusu stüdyo tarafından yapıldı ve başından beri oyuncular ve yönetmen bir devam filmi ihtimalinin farkındaydılar. Dolayısıyla bazı açıklanmamış noktaların devam filmlerine bırakılmış olduğu iddia edilebilir. Yine de bir Hollywood filminin senaryosunu devam filmine yaslaması ne kadar mantıklıdır? 
Grimm öyküsü Snow White ile ilgili söylenecek çok şey var ancak Rupert Sanders'ın Snow White and the Huntsman'ı Snow White'tan ziyade Ravenna'nın filmi ve görselliğine harcadığı enerjiyi senaryosuna harcamadığından çok çok iyi bir film olabilecekken ortalamanın üzerine geçemiyor. Charlize Theron ve Chris Hemsworth için belki izlenebilir ve Grimm'in Kraliçe'sinin nasıl ters-yüz edildiğine göz atılabilir. Ancak bunların dışında, benim gibi bir de bir magazin skandalından gaz almadıysanız, en kötü ihtimalle DVDsinin çıkmasını ve daha iyi bir versiyonun internete düşmesini bekleyin derim ben. 

24.7.12

Laura Marling'i Yeniden Keşfetmek


Aslında yazımın başlığı Laura Marling: Nasıl Başka Bir Şey Dinleyemez Oldum? da olabilirdi pekala (tabi öyle olsaydı ne kadar okumak isterdiniz bilemiyorum) çünkü gerçekten de kendisine yabancı olmamama ve Alas I Cannot Swim dönemlerinde çokça dinlememe rağmen, Marling, son birkaç günümü I Speak Because I Can ve özellikle de A Creature I Don't Know ile ele geçirdi. Bu ani Laura sevgisinin zamanlamasını neye bağlamak lazım bilmiyorum ama özellikle son iki albümü dinliyor oluşumun sebebi, bu albümlere biraz şans tanıyıp kulağımı Alas I Cannot Swim'den uzaklaştırınca hem sözleri, hem aranjmanları hem de enstrüman kabiliyeti açısından ne kadar başarılı, hatta Alas I Cannot Swim'den ne kadar iyi olduklarını görmem oldu.
Bu iki albüm beni bu kadar yakalayınca da, zamanında yapmadığım bir şeyi yaptım ve elimden geldiğince ilk albümünü yayımladığı tarihten beri verdiği röportajlarını okudum, canlı kayıtlarını dinledim/izledim ve karşımdakinin ne kadar büyük bir yetenek olduğuna açıkçası beklemediğim kadar çok şaşırdım. Kendisini tanımayanlar, ya da benim gibi hakkında önceden pek bir şey okumayanlar için kendisinin hayat hikayesinden bahsetmekte fayda var: Laura Marling 1990'da, Hampshire'da plak dükkanı sahibi bir babanın ve müzik öğretmeni bir annenin en küçük kızı olarak dünyaya geliyor. Müzikle içli dışlı hippie bir ailenin çocuğu olduğundan da Bob Dylan, Joni Mitchell, Neil Young gibi isimleri dinleyerek büyüyor. Gitar çalmayı babasından 6 yaşında öğrendikten sonra da Myspace'e koyduğu kayıtlarının müzik şirketlerinin ilgisini çekmesiyle 16 yaşında tek başına Londra'ya taşınıyor ve Londra'da o dönemlerde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan, içlerinde Noah and the Whale, Mumford and Sons ve Johnny Flynn gibi isimlerin de bulunduğu çok yetenekli bir nu-folk akımının parçası oluyor. Bu isimlerin çoğuyla birlikte sahneye çıkıyor. Hayat hikayesinde beni en çok şaşırtan da kendisinin özellikle ilk yıllarında bu kadar kalabalık bir toplulukla birlikte çalışmış ve turlamış olması oldu, çünkü Laura Marling'i sadece kayıtlarından dinleyince edindiğiniz birey izlenimi kesinlikle bir grupta çalar ya da söylerken düşünebileceğiniz bir birey değil. Sanırım bu izlenim de pek yanlış bir izlenim değilmiş ki, 18 yaşındayken Noah and the Whale'in Charlie Fink'i prodüktörlüğünde ilk solo albümü Alas I Cannot Swim'i yayınlıyor. 


Laura ve işbirliği yaptığı isimler meselesi, açıkçası biraz üzerinde durulması gereken bir mesele çünkü kendisinin içinde uzun süre bulunduğu bu toplulukta yine müziğinden asla çıkaramayacağınız kadar çalkantılı bir geçmişi var :) Laura Marling, Londra'ya ilk taşındığı zamanlardan Alas I Cannot Swim'in prodüksiyon ve yayınlanma dönemine kadar Noah and the Whale ile sahneye çıkmakla kalmamış, grubun asıl kişisi Charlie Fink ile de birlikteymiş. Kendisinin görece daha yakın zamanlarda verdiği röportajlara da bakınca Alas I Cannot Swim döneminde, şarkı sözlerinden videolara kadar Charlie Fink'in çokça etkisi altında olduğunu kendi ağzıyla kabul ettiğini görüyoruz. Charlie Fink'tan ayrıldıktan ve hemen sonrasında Marcus Mumford ile birlikte olmaya başlayınca da karşımıza bambaşka bir şarkı yazarı çıkıyor. Burada, Charlie Fink ile ayrılığı konusunu celebrity gossip'e kaçmak pahasına da olsa biraz açayım: Laura Marling, Charlie Fink'i uzun süre birlikte çaldığı Marcus Mumford için terk edince Noah and the Whale ile Mumford'un bağları tamamen kopuyor ve Charlie Fink, Noah and the Whale'in Mercury adayı ikinci albümü The First Days of Spring'i tamamiyle Laura ile ayrılığı üzerine kurguluyor. Dolayısıyla da, Laura Marling uzunca bir süre İngiltere  müzik haberlerini beklenmedik bir şekilde özel hayatıyla meşgul ediyor. The First Days of Spring'in sözlerine çok az bir göz atınca ve ne kadar kişisel ve zaman zaman sizin utanmanıza neden olacak kadar cheesy olduğunu görünce açıkçası bu duruma pek şaşırmamak lazım. 
I Speak Because I Can, her ne kadar Marling tarafından sonraları Ryan Adams, Ray LaMontagne gibi isimlerin de prodüktörü olan Ethan Johns'un etkisinin ön planda olduğu bir albüm olarak adlandırılsa da karşımıza kendi deneyimlerini arkatipler, mitolojik karakterler, edebi referanslar üzerinden anlatan, gitarda çok daha gelişmiş bir şarkı yazarı çıkarıyor. Gerçekten de Alas I Cannot Swim'e hatta daha öncesine, New Romantic'e mesela, baktığınızda gördüğünüz kadınla bu albümdeki ve A Creature I Don't Know'deki kadın arasındaki farka inanmak gerçekten çok zor. Tabi bunu Laura Marling'in yaşını göz önünde bulundurduğunuzda sadece "büyümek" ile de açıklamak mümkün. Her ne kadar 16 yaşından beri aktif olarak müzik dünyasının içinde bulunan, bazen sırf yaşı yüzünden kendi konserine girmesi yasaklanan Marling, doğal olarak yaş konusunda aldığı yorumlara skeptik yaklaşıyor. Buna da pek şaşmamak lazım çünkü karşımızdaki iki kez Mercury ödülüne aday gösterilmiş, her albümü bir öncekinden daha iyi addedilmiş, Neil Young ile turlamış 22 yaşındaki bir kadın.
Onun bu yaşından beklenmeyecek başarısı A Creature I Don't Know'da da kendini gösteriyor. Daha önceki iki albümüne nazaran çok daha izole, Marling'in mutfağında tavandan sarkan bir mikrofonla demolanmış ve 10 günde kaydedilmiş bu albüm, kesinlikle I Speak Because I Can'den çok daha sade, içine girmesi biraz daha zor bir albüm. Ancak, ne bir erkek arkadaş (I Speak Because I Can'de Charlie Fink'in Blue Skies'ına cevaben yazılmış bir Blackberry Stone isimli bir şarkı var ve Marcus Mumford'un vokalleri sıkça duyuluyor) ne de bir prodüktör etkisi taşıyan bu albüm, hiçbir şeyi için olmasa bile sözlerinin mükemmeliği ve referansları için dinlenebilir. Sıkı bir Steinbeck hayranı olan Marling, Steinbeck'in karısına duyduğu kendi deyimiyle "obsesif" meraktan etkilenerek "Salinas"ı yazmış. Salinas, Steinbeck'in doğumyeri olmasının yanı sıra karısıyla da mezarlarının bulunduğu Amerika'da bir bölge. Albümün ilk single'ı "Sophia" ise Robertson Davies'in The Rebel Angels'ından etkiyle, Yunan bilgi tanrıçasına göndermeyle yazılmış. Sizi bilmem ama bu şekilde bir yaratım süreci, beni devamlı kendi deneyimlerini tüketen bir yaratım sürecine nazaran daha çok daha heyecanlandırıyor. I Speak Because I Can ve A Creature I Don't Know bir ölçütse eğer, karşımızdaki her albümde daha da evrilen bu genç kadından folk müzik adına heyecan verici işler beklemeye devam edebiliriz. 
Laura hakkında söylenecek daha çok şey var ama bu yazıyı daha fazla uzatmayayım ve sizi A Creature I Don't Know'un açılış şarkısı The Muse'un canlı bir kaydıyla baş başa bırakayım istiyorum:

22.7.12

The Talented Mr Ripley: Doksanlar Sonundan Modern Bir Klasik

Doksanlar, muhtemelen her türlü deneyimin larger-than-life yaşandığı çocukluk & ergenlik yıllarıma denk geldiğinden, benim için hep olduğundan güzel hatırladığım bir dönem olmuştur. Dolayısıyla, bu dönemde izlediklerimi, dinlediklerimi, yaşım ilerledikçe hep yeniden izlemek, dinlemek, o zaman sevdiğim, beğendiğim gibi/kadar iyi olup olmaduklarını tekrar görmek istemişimdir. O dönemde kaçırdıklarımı da mutlaka yakalamak... Cruel Intensions, o zaman hakkında bir sürü şey okuyup, izleyip kendisini kaçırıp sonradan izlediğim filmlerdendir mesela, Clarissa, Buffy de tekrar izlediğim dizilerden. The Talented Mr Ripley de izleyemediklerimdendi ve sevinerek söylüyorum ki, ergen bünyemin o vakitte muhtemelen anlayamayacağı kadar mükemmel bir film çıktı.
Öncelikle, film yazılarımın neredeyse hepsinde yaptığım gibi konusundan biraz da olsa bahsetmek istiyorum; ancak bu sefer bunu yapmaktaki amacım yazımı filmi izlemeyenler için de çekici yapmaktan öte şu: The Talented Mr Ripley, sadece kurgulanışı, iyi oyunculuğu, iyi sinematografisinin de ötesinde çok ilginç bir konuya sahip. Filme adını veren Tom Ripley, New York'ta yaşayan bir otel çalışanıdır. Otele gelen ziyaretçilerin paltolarını fırçalar, bahşişini alır. Dışardan bakınca, tek bir yeteneği var gibi görünür, o da piyano çalmaktır. Bu yeteneği sayesinde bir gün, normal şartlar altında bulunamayacağı kadar yüksek sınıftan bir topluluğa karışır ve burada Bay ve Bayan Greenleaf ile tanışır. Greenleafler paraya para demeyecek zenginlikte bir ailedir ve tek dertleri İtalya'da baba parası yiyerek hayatını çarçur eden oğulları Dickie'nin Amerika'ya geri dönmesini sağlamaktır. Oğullarıyla aynı okuldan mezun olduğunu sandıkları Tom'a gözleri kapalı bu görevi verirler. Hayatında hiç görmediği bir meblağ cebine koyulup kendini Avrupa'da bulan Tom'un ve tanıştığı insanların hayatını bundan sonra çok çarpıcı değişiklikler beklemektedir.
Bu kadarlık bir konu özeti size "bunun neresi ilginç?" dedirtebilir. Spoiler vermemeye çalışarak sadece şunları da ekleyeyim o halde: Tom Ripley, iyi bir piyanist olmasının yanında çok daha tehlikeli yeteneklere sahip bir genç. Öncelikle, çok iyi, hatta alışkanlık olarak yalan söyler. İnsanların seslerini, el yazılarını, imzalarını taklit edebilir. Dick Greenleaf ve sevgilisi Marge ile tanışıp onların hayatlarına sızdıktan sonra bu yetenekleri ile onlara kendini sevdirecek ve hatta sınıf atlama saplantısı yüzünden hayatlarını mahvedecektir. 
Patricia Highsmith'in aynı isimli romanından uyarlama film, 50ler Amerika'sı ve İtalya'sında geçiyor. Dolayısıyla da dönem filmleri meraklıları için kostüm ve mekan açısından tam bir hazine. Jude Law, Gwyneth Paltrow, Cate Blanchett ve Philip Seymour Hoffman, yardımcı rollerde gerçekten mükemmeller. Ancak tabi ki ana karakter olmasından ve konunun Ripley'nin hastalıklı psikolojisine odaklanmasından dolayı filmin asıl yükü Matt Damon'da. Ripley'nin saplantılarının ve bu saplantıların yarattığı trajik durumlardan kurtulma yollarının sahneye yansıdığı durumlar özellikle, bana çok daha yakın zamandan bir yapım olmasına rağmen Perfume: The Story of a Murderer'ı hatırlattı. Perfume'daki karakterin toplumsal motivasyondan yoksun saykosis'i, Talented Mr Ripley'de çok daha insancıl motivasyonlarda kendini gösterse de, izleyicide yarattığı tekinsizlik duygusu neredeyse birebir aynı. Tom'un Dickie'ye duyduğu aşkı kendini gösterme biçimleri, karakterden karaktere geçişleri, tehdit olarak gördüğü her durumu elimine etme yollarındaki insanın kanını donduran detaylar... Bunların hepsi, aslına bakarsanız filmi suç, gizem, drama türlerinin yanı sıra korkuya da yakınlaştırıyor. 
Ripley'nin bu apaçık hastalıklı edimlerine rağmen, beni filme -belki de romana demeliyim, nitekim ana materyal o- en çok hayran bırakan şey, onun gazabına maruz kalan neredeyse herkesin suçlu çizilmiş olması oldu. Ripley'nin ilk kurbanı ve büyük aşkı Dickie, filmde tam bir yaptıklarının sorumluluğunu almaya alışmamış ve hayatı para sayesinde çok kolay yaşamış zengin çocuğu örneği. Üstüne üstlük, bir de şımarık bir çocuk gibi, etrafındaki insanlarla oyuncak gibi oynayıp canı sıkılınca onları bir kenara atıyor. Dickie'nin yine zengin ve züppe arkadaşı Freddie, yine Dickie gibi parası ve statüsünden aldığı cesaretle kendisi gibi olmayanları ezmekten büyük bir zevk alıyor. Dolayısıyla, Ripley'nin bu ikisine yaptığı her şey, size onun yaptıkları ile birlikte bu karakterlerin bunları hak edip etmediğini de düşündürüyor. Kısacası nefret etmeniz gereken ana karakter konusunda ne hissetmeniz gerektiğini bilemiyorsunuz. Sanırım sırf bu sebepten de gerçek anlamda hiç cezalandırılmıyor Ripley.
5 Oscar'a aday gösterilmiş film için Matt Damon piyano, Jude Law da saksafon çalmayı öğrenmiş. Dickie jazz hayranı olduğundan filmin büyük bölümünü kapsayan jazz performans sahnelerinden birinde Matt Damon, insanın tüylerini diken diken edecek bir benzerlikle Chet Baker'ın My Funny Valentine'ını seslendiriyor. Film, her anlamda yetenek kaynıyor kısacası :) Performansları, konusu, gerilimi, müzikleri, mekanları, her şeyiyle, Hollywood'un en iyi işlerinden biri The Talented Mr Ripley. Benim gibi zamanında izleyememiş olanlara duyurulur! 

23.6.12

JUNK/Beyaz: Melvin Burgess'ten Bağımlılık Üzerine Gençlerin Ağzından Bir Roman

Mirjam Pressler ile ilgili yazımda etraflıca olmasa da biraz bahsetmiştim, young adult, bizdeki kullanımıyla gençlik ya da ilkgençlik edebiyatı, biraz sorunlu bir alan. Çünkü özellikle geçtiğimiz yıllarda fantastik aşk romanlarıyla kendini duyurduğundan ciddiye alınmıyor, okuyucularını kitaplarının hitap ettiği iddia edilen yaş kitlesindeki genç kızlar kadar bu kızların anneleri oluşturuyor. Durum böyle olunca da elinize 13-17 yaş grubundan kahramanları olan iyi bir kitap geçince kendinizi "Young Adult/Gençlik romanı ama sandığın gibi değil.." derken buluyorsunuz.
Türkçe'ye Beyaz ismiyle Koridor Yayıncılık tarafından Emirhan Aydın çevirisiyle kazandırılan Melvin Burgess romanı Junk tam da böyle kitaplardan. Öylesine bir göz attığım ve içimi parçalamasına rağmen elimden bırakamadığım bu roman, öncelikle kesinlikle beklediğimden daha fazlası çıktı. Ansiklopedik bilgileri hemen aradan çıkarmak gerekirse, 1996 yılında İngiltere'nin en prestijli çocuk kitabı ödüllerinden Carnegie Medal sahibi olmuş ve 2007'de CILIP Carnegie Medal üyeleri tarafından son 70 yılda yazılmış en önemli 10 çocuk kitabından biri olarak seçilmiş.
14 yaşındaki Tar ve Gemma'nın hikayesine odaklanan roman, ağırlıklı olarak onların bakış açılarından yazılmış. Anne ve babası alkol bağımlısı olan Tar (gerçek adıyla David), son derece masum, saf bir çocuktur ancak babasının alkol bağımlılığı kendisini dövmeye başlamasına kadar varınca evden kaçmak zorunda kalır. Sevgilisi Gemma'nın ona nazaran çok daha rahat bir hayatı vardır, ama ebeveynlerinin baskısına dayanamadığı için Tar'a güvenerek evden kaçar. Böylece iki çocuk, küçük kasabaları Minely'den sonra kendilerini 80ler Bristol'ında terk edilmiş bir evde iki anarşistle birlikte yaşarken bulurlar. Richard ve Vonny isimli bu iki genç, yaş olarak onlardan büyüktür ve sorumluluk sahibidir, ancak Gemma'nın macera arayışı yüzünden onlarla yaşayamaz hale gelirler. Tıpkı Gemma gibi aklı bir karış havada, "sistem karşıtı" Lily ve Ron ile yine kullanılmayan bir eve yerleşirler ve tüm trajedi işte bundan sonra başlar. 

Düşününce, "Annesi ve babası alkolik bir çocuk evden kaçmak zorunda kalıyor, kullanılmayan evlerde yabancılarla yaşıyorlar, bundan trajik ne olabilir?" diyebilirsiniz. Junk'ın "başarılı" yanlarından biri de işte bu aslına bakarsanız, yanlış tercihler yapan ve yapmaya devam eden karakterler roman boyunca bir cehennemden diğerine düşmeye devam ediyor ve siz, tıpkı onlar gibi, her an toparlanıp yollarına devam edebilecekler sanıyorsunuz. Gemma ve Tar'ın Lily ve Rob ile birlikte yaşama kararı da tıpkı bunun gibi bir etki uyandırıyor okuyucuda. İlk zamanlar yaşları birbirine çok yakın bu 4 karakter o kadar uyumlu bir hayat sürüyorlar, ve kendi hayat biçimlerini, hırsızlığı, uyuşturucu satıcılığını öylesine içselleşmiş bir olumlulukla yaşıyorlar ki, hiçbir şeyin kötüye gitmeyeceğine neredeyse siz bile inanıyorsunuz. Lily'nin bağıra çağıra saydırdığı sistem içinde yaşayan, işe giden, doktorlar tarafından verilen "uyuşturucularını" alıp kendini sağlıklı sanan ahlaklı ve temiz vatandaşlara siz de içinizden bir küfür sallıyorsunuz. Zannediyorsunuz ki her şey bununla kalacak, zavallı Tar, ailesinden kurtulduktan sonra artık mutlu bir hayat yaşayacak, Gemma yola gelip kendini toparlayacak. 
Ancak tabi ki bunların hiçbiri olmuyor. Esrar, haşhaş, ağrı kesiciler yetmiyor ve Lily ve Ron eroin kullanmaya başlıyor, tabi Lily ne yaparsa ondan aşağı kalamayan Gemma sayesinde Gemma ve Tar da. Önce şırınga kullanmadıkları için kendilerini takdir ediyorlar, eroinden güçlü olduklarını kendilerine ve belki de eroine kanıtlamak için birkaç gün kullanmadıkları bile oluyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki, iğne kullanmaya başlamışlar, kullanmadan duramaz hale gelmişler, Gemma ve Lily fuhuşa başlamış. Ron sırf eroin alabilmek için erkek tuvaletlerinde gizli gizli kendini pazarlıyor. Bunların hiçbiri eroin için yapacakları şeylerin en kötüsü değil ne yazık ki; ancak okumayanlar için spoiler olmaması adına o kısımları okurlara bırakıyorum. 
Tüm bu hikaye, karakterlerde meydana gelen olumsuz değişiklikler, şoklar ve  bağımlılıkla başa çıkma durumları içinde beni en çok etkileyen, yazarın dönem gençlerini ve Bristol'ını tasvirdeki başarısı, samimiyeti ve cesareti oldu. Kitaptaki en antipatik karakterlerden Gemma bile ergenlik çağının doruklarındaki bir genç kızın sesine sadık kalarak, yargılamadan çizilmiş. Karakterlerin kullandıkları kelimeler, konuşma biçimleri (kitapça bolca geçen junk ve smack kelimeleri eroin için kullanılan argo kelimeler örneğin), inançları o yaşlardaki gençlerin sesini çok çok iyi yansıtıyor, onların her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini sanan bakış açısını çok iyi ortaya koyuyor. Tüm bunları, o yaşlardaki çocukların bağımlılık uğruna fuhuşu sadece bir iş olarak görebilecek hale gelişlerini örneğin, onların gözünden anlatabilmek açıkçası büyük bir cesaret gerektiriyor. Böyle bir roman, böyle bir samimiyetle, bu kadar genç karakterlerini hiçbir şekilde yargılamadan sadece olduğu gibi çizerek Türkiye'de yazılabilir miydi, açıkçası hiç sanmıyorum.
Tam da bu sebepten çok önemli bir roman Junk ve bence aldığı tüm ödülleri sonuna kadar hak ediyor. Bağımlılık meselesi o kadar titizlikle yaklaşılması gereken bir mesele ki, özellikle de gençlerde, onlara hayatlarını nasıl bir çırpıda harcayabileceklerini gösterebilmek için Junk gibi söylev çekmeyen, sonuna kadar cesur ve samimi, kendilerinin ağzından yazılmış kültür-sanat eserleri lazım. "Bir kereden bir şey olmaz," savının, arkadaş baskısının, aşkın, kendini kanıtlama çabasının, "Ben ne yaptığımı biliyorum,"un nelere mal olabileceğini o yaşta görebilmek çok zor ve işi deneyime bırakmak da alınamayacak kadar büyük bir risk çünkü. 

14.6.12

Mary Poppins: Uyarlama Kurbanı Bir Klasik


Burayı epeyce boşlamışım. Boşlamışım diyorum çünkü boşladığımın bile farkına yeni varıyorum :) Karşıma hakkında birkaç laf etmeden duramayacağım bir şey bu arada çıkmamış olacak, çünkü P.L. Travers klasiği Mary Poppins kitaplarından uyarlama 1964 yapımı filmi izleyince kendimi burada buluverdim.
Mary Poppins'i okumasanız bile az çok sinema, edebiyat, hele de müzikal ile ilgiliyseniz ismini duymamış, ya da kendisi hakkında bir fikir sahibi olmamış olmanız pek muhtemel değil. Yani Mary Poppins, tam o varlığını yok sayamayacağınız, mutlaka kendini bildiren klasiklerden. Ama yine de, kitapları okumamış olanlar için aslen filme odaklanacağım bu yazıda küçük bir özet geçeyim istiyorum: Bay ve Bayan Banks, dört çocuk sahibi, ortalama zekada ve çocuklarına düşkünlükte bir çifttir. Bir gün dadıları onları terk edince kendilerini yana yakıla yeni bir dadı ararken bulurlar ve işte tam bu noktada hikayeye elinde şemsiyeyle arkasına doğu rüzgarını katmış olan Mary Poppins uçarak girer. Mary Poppins, cadı mıdır, büyücü müdür, nedir kimse bilmez, ancak Banksler'in büyük çocukları Jane ve Michael'ın bildiği bir şey vardır ki, o etraftayken olağanüstü şeyler olmaktadır. Mary Poppins, daha sonra bu olağanüstü şeylerin olduğunu inkar etse ve bu şeyler asla Bay ve Bayan Banks etraftayken gerçekleşmese de.. Mary Poppins, bunları inkar etmekle kalmaz, çocukları yalancılıkla ve alaycılıkla suçlar, kendisi son derece katı ve sapına kadar İngiliz'dir :) 
Bundan sonrası da her biri ayrı bir bölümde işlenen maceralardan ve Mary Poppins'in gelip gitmelerinden ibaret zaten.. Düşününce ortaya çok bütünlüklü bir film çıkarmaya yeterli bir malzeme gibi görünmüyor; ama Robert Stevenson imzalı ve 5 Oscar'lı Mary Poppins isimli yapımı bu zorluk yıldırmamış ve aynen kitaptaki gibi parçalı maceralardan oluşan bir film ortaya çıkmış.
Buraya kadar her şey iyi hoş ve beklenir, ancak filmin kitaplara yaklaşımında ve her uyarlamada artık farz olmuş üzerinde yaptığı değişikliklerde çok enteresan, çok da ne olduğunu çözemediğim bir alt-diskur söz konusu. Öncelikle, ağırlıklı olarak (Türkçe'ye Kelime Yayınları tarafından Mary Poppins - Gökten İnen Dadı adıyla kazandırılmış) ilk kitaba odaklanan filmde, karakterlerin rol dağılımında kitaplar arasında büyük farklılıklar var. Mary Poppins serisi Banks çocuklarına, özellikle de Jane ve Michael'a odaklanır. Bu seri her ne kadar adını Mary Poppins'ten alsa da Jane ve Michael'ın hikayesi, onların Mary Poppins'le yaşadıkları hayatın hikayesidir. Filmde, Jane ve Michael kesinlikle 2. hatta ve 3. planda. Mary Poppins bile 1. planda demek çok zor, çünkü Mary Poppins'e -çok alenen olmasa da- bir erkek partner seçilmiş. Kitaplarda karşımıza Mary Poppins'in arkadaşı ve onun "büyüsünün" farkında olanlardan biri olarak çıkan Kibritçi Bert, filmde neredeyse Mary Poppins kadar baskın bir karakter. Açıkçası bu seçimi anlamlandırmak, filmin kendisinden yola çıkarak çok zor, dolayısıyla ben bunu 60lar Amerikan sinemasında gördüğüm kadın karakterlere yaklaşımdan yola çıkarak müzikal bir filmi Mary Poppins gibi filmdeki diğer şapşal kadınlardan farklı, kadın bir ana karakterle kurgulama çekincesine bağlıyorum. Filmi çocuklar odaklı yapmamak ise gişe kaygısından olsa gerek. 

Kısacası Bert, Mary Poppins'in yoldaşı olarak çizildiğinden ve filmdeki bu varlığını hikayeden çok uzaklaşmadan açıklayabilmek için kitaplardaki birden fazla karakterin rolünü üstlenmiş. Bert, Mary Poppins Jane ve Michael ile gülmekten havalara uçan amcasını görmeye gittiğinde orada, Jane ve Michael Bay Banks'i bankada ziyarete gittiğinde orada, hatta kitaplarda hiç olmayan tamamen kendisine odaklı bir baca temizleme macerası bile var. Dick Van Dyke'ın Amerikalı olmasına rağmen mükemmel bir İngiliz aksanıyla son derece keyifli canlandırdığı bu karaktere, kitapları okumadıysanız bayılmanız, okuduysanız bu her yerden çıkan haline gıcık olmanız kuvvetle muhtemel.
Bu kendinden emin, zeki, özgüven sahibi kadın karakter odaklı öyküden kaçınma kaygısı, dönem itibariyle bir nevi anlaşılır olsa da, Bay Banks'in bu kadar "otorite" olarak çizilmesini, devamlı Mary Poppins'e bir tehdit olarak çizilmesini anlamlandırmak biraz zor. Nesi zor diyecekseniz, şöyle ki: Bay Banks Mary Poppins'in "saçmalıklarını" onaylamasa da, film boyunca ciddiyeti, banka sistemi içindeki duygudan yoksun, normu dikte eden hali yüzünden eleştiriliyor ve cezalandırılıyor. Ama bu eleştirmeler ve cezalandırmalar hep çocuğun poposuna şaplak seviyesinde kalıyor. 2 kuruşunu Kuşçu Kadın'a vermek isteyen Michael'ın parasını diğer yaşlı ve sistemin bekçisi bankacılar ile zorla küçücük çocuğun elinden almaya çalışan Bay Banks, bu rezil portre ile yere geçirildikten 5 dk sonra Bert tarafından çocukları ağlatan bir "Ama babanızı da anlayın, size o bakıyor ama ona bakan kimse yok," gibi son derece duygu sömüren bir monologla aklanıyor. Mary Poppins'i onaylamazken yine onun numaralarından biri yüzünden işinden olup Mary Poppins-vari saçmalıkları benimseyip, "doğru yola" gelecekmiş gibi çizilirken, filmin sonunda bir bakıyorsunuz ki Bay Banks'i kovan banka sahibi Banks'in saçmalığına gülerken ölmüş ve yerine geçen oğlu Banks'i affetmiş bile! Peki o zaman neden izledik Bay Banks'in "zalimliğini", gereksiz ciddiyetini biz? Anlamlandırmak çok güç.. Hele kitapta bu rol dağılımlarının hiçbiri söz konusu değilken, hatta Bay ve Bayan Banks Mary Poppins'in varlığından, dolayısıyla çocuklarına bakma sorumluluğunun üzerlerinden kalkmış olmasından son derece memnunken, şimdi onlardan güç sahibi olanı filmin ortasına yerleştirmek de ne oluyor? Hem de önce yerin dibine sokarmış gibi yapıp sonra "Al sana gücün ve paran elden gitmedi, korkma," demek için..

Bunlar en göz ardı edemeyeceğim tarafları oldu bu uyarlamanın. Tabi, tüm bunlar karşınızdakinin keyifsiz bir film olduğunu düşündürmesin. Kitapları bilmesem son derece keyifle izleyebilirdim hatta.. Ancak Mary Poppins gibi bir seriye, karaktere, üstelik de P.L. Travers'in danışman olarak göründüğü bir filmde bu kadar müdahale edilmesi, olay örgüsünün bu kadar yersiz ve uygulamada başarısız söylemlere oturtulma çabası beni epey soğuttu. Filmin sonunda Mary Poppins giderken kimsenin arkasından ağlamaması, "gitme" dememesi de cabası. Kitapları okuyanlar bilecektir, Mary Poppins'in gelip gidişleri çocukların hayatında hep çok önemlidir, her gidişleri adeta bir travmaya sebep olur. Burada, Mary Poppins giderken papağan saplı şemsiyesi dile gelip "Bak çalıştın ettin, çocuklar babalarına olanlar karşısında seni unuttu," diye bir ayar bile çekiyor :) 
Kısacası, Julie Andrews'un ve Dick Van Dyke'ın performasları için izlenebilecek bir film karşınızdaki. Kitapları okuduysanız benim gibi yüzünüz ekşiyecektir ama okumadıysanız, sizi ortalama bir film bekliyor. 

18.3.12

My Week with Marilyn: Marilyn Monroe'nun İhtişamı Michelle Williams ile Buluşunca


Marilyn Monroe söz konusu olunca açıkçası yapılmamış, söylenmemiş olanı bulmak zor. Tüketmekten keyif aldığımız, ama ne doğru düzgün filmini izlediğimiz, ne kadar hayatı hakkında bir şey bildiğimiz bir oyuncu bir yandan da Monroe.. Garip değil mi hakkında doğru düzgün bir şey bilinmeyen bir oyuncu (ikon demek daha doğru aslında) hakkında içi boş da olsa söyleyecek bu kadar çok şey sahibi olmak? Ben neredeyse iki sene önce izlediğim şeylerde kendisine yapılan referanslar merakımı kabartınca bir-iki filmini izlemiş, üzerine de şöyle bir yazı yazmıştım. Dolayısıyla bu yazının yanı sıra Marilyn Monroe ile ilgili bir şeyler okumak isteyenleri oraya alalım :) Çünkü yazım, yukarıdaki resmi olmayan posterden de çıkarabileceğiniz üzere Simon Curtis'in geçtiğimiz ödül sezonu boyunca bol adaylık almış, çokça konuşulmuş filmi My Week with Marilyn üzerine. 
My Week with Marilyn, adının da çağrıştırdığı üzere bir Marilyn Monroe biyografisi değil. Filmde Eddie Redmayne tarafından canlandırılan Colin Clark'ın yönetmen asistanı olarak çalıştığı Marilyn Monroe ve Laurence Olivier filmi The Prince and the Showgirl çekimleri sırasında yazdığı ve The Prince, The Showgirl and Me ismiyle yayınladığı günlükten oluşuyor. Dolayısıyla Marilyn Monroe ile ilgili elde edindiğimiz gözlem ve filme konu olan hikaye, Colin Clark'ın gözünden geçmiş, bu anlamda objektivitesi sorgulanabilecek bir tutanak. Clark, kendi deyimiyle hırslı bir ailenin çocuğu olarak hayatta kendi yolunu çizmeye kararlı 24 yaşında bir gençken film endüstrisine girmeye karar verir ve yaptığı bir sürü ayak işinden sonra kendini Marilyn Monroe'nun İngiltere'de çektiği tek film olan The Prince and the Showgirl'ün setinde bulur. Tahmin edebileceğiniz gibi Clark'ın hayalleri gerçek olmuştur, onun gözünden film setinde nelerin olup bittiğini izler, ve de Clark'ın çalışkanlığı dolayısıyla filmin her aşamasında bulunuşu sayesinde de Marilyn Monroe'nun hayatı hakkında beklemeyeceğiniz kadar ayrıntılı bir gözleme şahit oluruz. Nitekim Clark'ın saflığı, gençliği, kendisine olan hayranlığı Monroe'nun da gözünden kaçmaz ve ikili arasında çok saf da olsa bir haftalık bir ilişki başlar. 


Tabi Marilyn Monroe ile ne kadar ilişki yaşanabilirse.. Öncelikle Marilyn o dönemde Arthur Miller ile evlidir. Ayrıca o kadar çok güvensizlikle ve psikolojik problemle savaşmaktadır ki, vaktinin çoğunu ya sette ağlayarak, "Yapamayacağım, başaramayacağım," diyerek ya da aldığı ilaçlar yüzünden evindeki odasında uyuyarak geçirir. Colin sıklıkla onu teselli etmeye, ona güven vermeye, iyi bir oyuncu olduğunu anlatmaya çalışır, ancak tüm çabalar boşunadır. Monroe, asla iyi bir oyuncu olduğunu kabul etmeyecek (filmin sonlarına kadar Branagh'ın canlandırdığı Olivier onun bu yüzden bu kadar büyük bir oyuncu olduğunu söyleyecektir), annesinin akıl hastanesine kapatıldığını Colin'e anlatırken öğrendiğimiz kadarıyla genetik olarak psikolojik rahatsızlık çeken, aile sevgisi görmemiş, hayatı trajedilerle dolu, çocukluktan erişkinliğe geçememiş bir kadındır. Marilyn'ni kurtarmak imkansızdır.
Bu özetten de çıkarabildiğimiz gibi film, Marilyn, Colin ve Laurence Olivier etrafında dönüyor. Marilyn'ni canlandıran Michelle Williams onun kendine güvensizliğini, gel-gitlerini, buna rağmen o inanılmaz çekiciliğini çok çok iyi yansıtmış. Açıkçası bu film Marilyn'i Colin'in gözünden anlatan bir dönem filmi değil de bir biyografi olsaydı, çok büyük ihtimalle evde Oscar'ının tozunu alıyordu şu an :) Gerçekten de çok ayağı yere basan, karikatüre kaçmayan, Monroe'nun filmlerinde de kendini gösteren çocuksu saflığını gerçekçi bir tutumla yansıtan, karakterini çok iyi anlamış bir oyuncunun performansı karşımızdaki. Aynı şekilde Eddie Redmayne ve Kenneth Branagh da rollerinde çok çok iyiler, özellikle de Branagh! Bu filmden önce de sonra da son derece prestijli ve başarılı bir oyunculuk kariyeri olmuş, "Sir" ünvanı ile taçlandırılmış Sir Olivier'in Monroe'nun profesyonelliğe uymayan davranışları karşısında sinirden allak bullak olan o komik ve yıldızın karşısında hakkı yenen başarılı oyuncu rolünü mükemmel canlandırıyor. 


Filmin benim açımdan en şaşırtıcı ve bir anlamda anlaşılmaz tarafı, Marilyn'in etrafındaki herkesin ona karşı yaklaşımı oldu. Onunla çalışmayı seçtiği güne lanet eden Olivier bile filmin sonunda çektiği sahneleri izlerken Marilyn'e hayran kalmadan edemiyor. Sanki herkes, güzelliği yüzünden Marilyn'in yaptığı her şeyi, tüm profesyonellikle asla örtüşmeyen davranışlarını hoşgörebilecek gibi.. Aslında film boyunca olanlara bakarsanız durum da tam bundan ibaret. Bunu döneme ve dönemin yıldız oyuncu kavramına göre yorumlamak daha iyi olacaktır tabi ki ama Marilyn'in muhtemelen ölümüne de sebep olan güvensizliklerinin kaynağını kendisine olan bu yaklaşımda görmemek için kör olmak lazım. Marilyn ne kadar başarısız olursa olsun, bir sahnede ne kadar kötü olursa olsun, "Güzel görünse yeter," denen, güzelliğinin ötesinde kendisinden hiçbir şey beklenmeyen, yolda sette erkeklerle ilişkilerinde ciddiye alınma çabaları hep karşılıksız kalan bir kadın. Buna bir de zaten mücadele ettiği psikolojik sorunlarını ekleyince hiç yaşlanmadan ölmesine şaşırmalı.. Kim bu güzellik baskısı altında insanların kendisini gördüğü tek kimliği de yitirmeyi göze alabilir ki? Film bu anlamda da görmek isteyen için yine çok acıklı ama sinema tarihinin en büyük ikonlarından olan bu kadını anlamak adına önemli bir çalışma.
Daha önce de belirttiğim gibi, çok bütünlüklü bir senaryosu, tutarlı bir tonu ve başarılı oyunculuklarına rağmen Oscar alamamasının, özellikle de Michelle Williams'ın şahane performansının es geçilmesinin tek sebebi bence bunun bir biyografi olmaması. Ne kadar Marilyn odaklı olursa olsun bu Marilyn'in Colin Clark gözünden tarifi ve Marilyn, tüm detaylı gözlemlerine rağmen Colin için çok yaklaşılıp doğru düzgün elde edilemeyen bir ilk aşk objesi. Dolayısıyla Colin'in hayat hikayesi el verdiğince Marilyn'i görebilmek, Marilyn'i canlandırmak için Akademi açısından yeterli olmasa gerek. En azından Iron Lady'yi izleyene kadar benim kanaatim bu yönde olacak :) 

The Beaver: Orijinal ile Klişe Arasında


Bu haftasonu izlemek istediğim filmleri düşünürken The Beaver aklımın ucundan bile geçmemişti aslında. Uzunca bir süre önce sadece Jennifer Lawrence'ın filmde nasıl olduğunu merak ettiğimden ve kendisine sadece X-Men'de izlediğimden indirmiş, son derece depresif posteri yüzünden de "Bir gün izleyesim gelirse izlerim, olmadı da silerim," demiştim içimden. Bu, The Beaver gibi bir filmin, hakkında çok az şey bilen ortalama bir izleyici için ne kadar çekici olduğu konusunda size bir fikir verebilir. Filmin sinopsisi de açıkçası kendisine çok yardımcı olacak cinsten değil: Her şeyi olan Walter Black içine girdiği klinik depresyondan bir türlü kurtulamamaktadır. Mutlu bir ailesi, kendisini seven bir karısı vardır, babasından kendisine kalmış olan şirketler zincirinin CEO'sudur. Ancak bu hastalık hayatını o kadar cehenneme çevirmiştir ki, kendisini hala seven karısı iki oğlunun sağlığı adına onu evden kapı dışarı etmek zorunda kalır, büyük oğlu ona benzememeyi takıntı haline getirecek kadar babasından nefret etmektedir. Küçük oğlu ise içine kapanık bir çocuğa dönüşmüştür. 
İşte tam bu acıklı durumun ortasında bir de depresyonuyla kendi başına mücadele etmek zorunda kalan Walter birkaç intihar denemesinden sonra evden ayrılırken yanına aldığı kuklada kendine bir çıkar yol bulur. Bir sabah eline geçirdiği kukla -film boyunca anılan adıyla The Beaver yani kunduz- ile kendi kendine konuşmaya başlayan, çevresiyle de o kukla üzerinden iletişim kuran Walter hayatını tekrar yoluna koyabilecek, ailesine geri dönebilecek, sonunda hayatını tepetaklak eden depresyondan kurtulabilecektir. En azından öyle sanmaktadır :) 
Filmin buraya kadarki öyküsü ve Mel Gibson'ın mükemmel performansı filmle ilgili en başarılı ve orijinal noktalar. Walter'ın depresyonla mücadelesi, çaresizliği, elindeki kukla üzerinden de olsa hayatını toparlayabilemek için çabalaması ve bunu da İngiliz aksanıyla konuşan kuklası ile yapması filmin en çok kendine hayran bırakan, "Şahane bir fikir yakalamışlar," dedirten noktaları. Açıkçası filmle ilgili diğer unsurlar bu fikir kadar başarılı değil ve Beaver ve Mel Gibson'ın performansı da filmi bir noktaya kadar taşıyabiliyor. 

Anton Yelchin'in canlandırdığı büyük oğul Porter'ın babasına benzememeyi takıntı haline getirmesi ve okuldaki çocukların ödevlerini para karşılığında yazması dışında ne yazık ki hakkında derinlikl fikir edinebildiğimiz bir karakter olamıyor film boyunca. Jennifer Lawrence'ın canlandırdığı çok çalışkan, okul birincisi, cheerleader Norah'nın kendisinden mezuniyet konuşmasını yazmasını istemesiyle ancak karakterine dair ipuçları edinebiliyoruz. Nitekim Norah ile konuşmalarında yazdığı ödevlerden kazandığı paralarla üniversiteye kabul edilmeden önce bir seyahate çıkmak istediği belli belirsiz üzerinden geçilen bir konu oluyor. Brown Üniversitesi'ne gitmek istediği de. Aynı şekilde Norah da evde problemleri olan, resme kabiliyetli ama erkek kardeşinin ölümü ile başa çıkamayan bir karakter olarak belli belirsiz çiziliyor. Norah, okul birincisi, zeki bir öğrenci olmasına rağmen neden mezuniyet konuşmasını yazamıyor? Herkesin sandığı mutlu ve başarılı cheerleader imajının yalan olduğunu bildiği için mi? Yoksa geleceği için yine herkesin sandığı gibi büyük ümitleri olmadığı ve mezuniyetten kaçtığı için mi? Bunlar cevaplanmayan, dolayısıyla filmin iki ana karakterini -Porter'ı da ne yazık ki Norah üzerinden tanıdığımızdan- skeç düzeyinde kalmaya iten noktalar. Porter'ın öğrencilere para karşılığında ödev yazdığı için Brown Üniversitesi'ne kabul edilmemesi konusunun şöyle bir üzerinden geçilmesi, Norah ile Porter'ın neden sevgili oldukları ile ilgili inandırıcı bir diyalogun bulunmaması, bir de Norah'nın nereden çıktığı belli olmayan filmin temasını özetlediği mezuniyet konuşması filmin tüm tutarlılığını alt üst ediyor. The Beaver depresyon üzerinden komik ve kendine has bir aile draması mı yoksa filmin sonunda izleyiciye bir buçuk saat boyunca anlattıklarını bir monologla hap şeklinde sunan bir Hollywood klişesi mi, çözmek pek mümkün olmuyor. Dolayısıyla, Jodie Foster'ın hem oyuncu -Walter'ın karısı Meredith rolünde Foster. Yazının bu noktasına kadar kendisinden hiç bahsetmeyişim filme hiçbir artısı ya da eksisi olmayışından- hem de yönetmen olarak karşımıza çıktığı The Beaver, güzel niyetlerle, iyi bir fikirle yapılmış ama iyi işlenmediği, yani senaryosu yeterince iyi olmadığı için potansiyelini aktüele geçirememiş, ortalama bir film. Mel Gibson'ın performansı ve kuklanın komik birkaç anı için izlenebilir. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...