18.10.12

AŞK: Şems'in Gölgesinde Bir Rumi ve Orta Amerikalı Ev Kadını Problemleri

Elif Şafak okumaya Mahrem mi yoksa Baba ve Piç ile mi başladığımı hatırlayamıyorum, her ne kadar iki romana dair o dönemki izlenimlerimi net olarak hatırlasam da.. Mahrem'e hayran kalmıştım, özellikle kurgusu beni çok etkilemişti, elimden bırakamadan okumuştum. Sonra üniversitede bir ders için tekrar okudum, ilkine yakın bir keyif aldım. Baba ve Piç'i okuma sebebim ise tamamen ilk yayınlandığında etrafında dönen spekülasyonlar ve roman sebebiyle Elif Şafak'a açılan artık meşhur sayılabilecek "Türklüğe hakaret" davasıydı. Onu da yine beğendiğimi, kısa zamanda okuduğumu, ama Mahrem kadar etkileyici bulmadığımı hatırlıyorum. 
Bunlar sonrasında uzunca bir süre Elif Şafak okumadım, her ne kadar Metis'ten Doğan Kitap'a geçişi, Siyah Süt'ün çıktığı dönemdeki haberleri, Aşk ile ilgili tartışmaları, İskender'in (yine artık meşhur diyebileceğimiz) kapak ve intihal tartışmalarını yakınen olmasa da ilgiyle takip etsem de.. Elif Şafak'ın kariyerini sanırım benim bu okurluk/izleklik deneyimime bakarak bile biraz özetlemek mümkün: Spekülatif bir yazar Elif Şafak. Her yazdığı bir şekilde en az sevenini olduğu kadar sevmeyenini de çağıran, herkesin hakkında bir fikir sahibi olduğu, roman okurunun  dedikodusunu yapmaktan, yermekten veya övmekten zevk aldığı. Benim bu kitleden çıkıp kendisini biraz daha fazlaca okuyup etraflıca hakkında araştırma yapmamın sebebi üzerinde çalıştığım bir proje oldu. Bu proje kapsamında hem kendisinin hayatına, hem de eserlerine mümkün olduğunca yakından bakmam gerekti. Tabi Elif Şafak çok üretken bir yazar olduğundan bunu hali hazırda okuduklarıma sadece Bit Palas ve Aşk'ı da katarak yapabildim, ama yine de bu çalışma sayesinde kendisine eskisinden daha az ön yargılı bakabilme şansını yakaladığımı düşünüyorum. 
Bunları baştan böyle uzun uzadıya söylemek istedim, çünkü kendisine hakkında yazılanlardan bağımsız, sadece kitaplarına bakarak yaklaşmak istememe ve de karşımda altı dolu bir metin  bulmayı umut etmeme rağmen en son okuduğum romanı Aşk beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Öyle bir hayal kırıklığı ki bu, romanı okurken kendimi bundan sonra okuyacağım şeyleri düşünerek kitabı bitirmeye motive etmem gerekti. Çoğu yerde çok sinirlendim, okuduğum şeyin sığlığına, klişeliğine, karakterlerin (özellikle Ella ve Aziz'in) yapaylığına hatta karikatürizeliğine inanamadım. Ve genelde hep çok sevdiğim şeyler hakkında yazmayı tercih etmeme rağmen, bu kitap hakkında doğru düzgün bir okur yorumuna denk gelmeyince de (Guardian'da bulduğum şu review'ın kısalığı özellikle dikkatimi çekti, Guardian'a bu kadar kısa kitap eleştirisi yazılabildiğini bilmiyordum!) hakkında yazmak istedim ve de karşınızdayım.
Öncelikle Aşk'ın da çoğu Şafak romanı gibi çok anlatıcılı ve de çok anlatılı olduğunu söylemekte fayda var. Bir yandan 2008'de Chicago'da yaşayan 40 yaşına merdiven dayamış zengin Yahudi bir ev kadını olan Ella'nın, okuduğu bir roman sayesinde Sufizm ve hayatının aşkıyla tanışmasını okuyoruz, bir yandan da 13. yüzyıl Orta Doğu ve Anadolu'sunda Şems'in Mevlana ile tanışma ve dostluk macerasını.
Ella'nın hikayesi, Guardian'ın yorumunda da söylendiği gibi, son derece Eat, Pray, Love. Zengin, mutsuz, ama Şafak'ın, belki de Rumi ve Şems'in (özellikle Şems'in) hikayesine daha önem verme kaygısından, kendisini hiçbir şekilde derinleştirme çabasına girişmediği için bir türlü önemseyemediğiniz bir kadın Ella. Onu bizim için o yapacak, karakteristik, onu o zaman diliminde o coğrafyada o şartlarda yaşamasından dolayı şekillendiren herhangi bir deneyimine şahit olmuyoruz. Ella, eğer adını ve hikayesindeki isimleri değiştirirseniz pekala İstanbul'da yaşayan orta yaşlı, üst sosyo-ekonomik seviyeden bir kadın da olabilir. Elif Şafak'ın onunla ilgili bilmemizi istediği stereotype'ın (orta Amerikalı, orta yaşlı, mutsuz ev kadını streotype'ından bahsetmiyorum, Şafak'ın Ella'ya yarattığı karakter streotype'ından bahsediyorum) ötesine geçmek, onu gerçek, elle tutulur kılmak gibi bir derdi yok. Ella ve Ella sayesinde Aziz, sadece birer plot device'lar sanki. Aziz Ella'ya neden aşık oluyor? Bunu okuyucu olarak anlamamız, bilmemiz mümkün değil. Ella'nın Aziz'e olan duygularını, ona çekimini anlamlandırmak mümkün, çünkü Aziz, ona bilmediği bir dünyanın kapılarını romanı sayesinde ve yazışmaları aracılığıyla aralıyor, ona evliliğinde hiç bulmadığı bir ilgiyi ve sevgiyi veriyor. Peki Ella'nın Aziz'e sunduğu ne? Bunun cevabı kocaman bir boşluk. Çok üzülerek söylüyorum ama, Ella, kitabı okuyan orta yaşlı kadın okuyucu kendini rahatça özdeşleştirsin diye içi bomboş bırakılmış gibi. 
Aşk'taki problemler bununla bitiyor sanmayın. Ella ve Aziz, Aşk'ın çok küçük bir bölümünü oluşturuyorlar, asıl hikaye, Şems'in, dolayısıyla da Mevlana'nın hikayesi. Ne yazık ki onların hikayesi de Ella ve Aziz'inkine benzer yüzeysellikler, klişeler ve mantık hatalarıyla dolu. Öncelikle, Sufizm, Mevlana ve Şems hakkında çok sınırlı bilgi sahibi olduğumu, yaptığım, yapacağım her türlü yorumun bu romanın, bu metnin sınırları dahilinde olduğunu söyleyeyim. Mevlana ve Şems'in ilişkisi ve 13. yüzyıl Anadolu'su hakkında söylediklerimin hiçbiri, bu romanın eleştirisinden öte olmayacaktır.
Çoğu negatif yorumda bile, Şafak'ın Anadolu ve Konya tasviri başarılı bulunmuş. Bende ise bu tasvir son derece havada ve yetersiz bir izlenim bıraktı. Mekanların ve kişilerin neredeyse hiçbirini okurken gözümde canlandıramadım. Burada romanın dilinin büyük bir payı olduğunu düşünüyorum. Ben Aşk'ı Türkçe çevirisinden okudum, dolayısıyla İngilizce'sinden okuyan ve bu sorunu yaşamayanlar varsa yorumlarını okumayı çok isterim, ancak Türkçe çevirisinde neredeyse tüm karakterler aynı bilinçten, aynı ağızdan konuşuyorlar. Tabi ki yazarın 13. yüzyıl Anadolu'sunda konuşulan Türkçe'yi yakalamasını beklemek abes ve gerçeküstü bir beklenti olur, ama Mevlana'nın, Şems'in, Mevlana'nın ailesinin günümüz konuşma dilinde konuşması, düşünmesi, haydi bunu geçtim, 13. yüzyılda Konya'da yaşayan bir ayyaşın, bir fahişenin, bu karakterlerle aynı seviyede bir bilinçlilikte ve akılda çizilmesini "gerçekçi" bulabilmek çok güç. Bu bölümlerde ne yazık ki kendimi basitleştirilmiş bir Mevlana, Şems tarihi-kurgusu okuyormuşum gibi hissettim. Şafak, bilerek ya da bilmeyerek öyküsünü derinleştirmekten, dil & mekan gibi konularda inandırıcılıktan feragat etmiş, anlatmak istediğini en kolay ve çabuk yoldan anlatmayı seçmiş gibi..
Şems ve Mevlana'nın hikayesinde beni en çok rahatsız eden bir mesele de, Şems'in son derece dramatik, Mevlana'nın da tıpkı Ella'da olduğu gibi derinliksiz çizilmesi oldu. Şems, hem fiziksel tasvirlerine, hem de Konya ahalisi ve Mevlana'ya yaklaşımına bakıldığında, maneviyatıyla var olan bir abdal değil de, etrafındakileri kışkırtmak ve dikkatleri üzerine toplamak amacıyla hareket eden, olgunlaşmamış bir adam, bir performer gibi.  Her tanıştığı Aşk'ın yolundan sapmış insana motivasyonsuz anlattığı hikayeleri, 40 kuralını en son hangisinde kaldıysa ondan devam ederek okumasını, kimsenin de çıkıp "Ne kuralı yahu?" dememesini saymıyorum bile... Şems saçma da olsa bu kadar detaylandırılmışken Mevlana'yı Şems için çekici kılanın ne olduğu sorusunun cevabını vermenin mümkün olmaması da cabası. Mevlana ve Şems dostluğunda, Şems'in Mevlana'yı uğrunda ölünecek kadar sevmesini okuyucu için inanılır kılan bir olaya ya da tasvire rastlamıyoruz. Şems'in Mevlana'yı bu kadar sevmesinin motivasyonu, sadece onunla tanışmadan önce onu rüyasında görmesi, onunla dost olmanın kaderinde olduğunu bilmesi olabilir mi? Ben açıkçası okurken bu duruma ikna olmakta büyük zorluk çektim.
Bu ikilinin dostluğunda bir başka problem de, yine romanın geneline de yayılmış romantize ve dramatize ton. Şems, niye durduk yerde Mevlana'nın şair olmasını istiyor? Mevlana niye durduk yerde şiir okumaya başlıyor? Şems öldükten sonra daha önce çok sevdiği karısını kaybettiğini bildiğimiz Mevlana niye "İlk defa ayrılık acısını tattım," diyor? Şems Kimya ile neden evleniyor? Madem evlendi, evlendikten sonra onunla neden birlikte olamıyor? Kimya öldükten sonra Mevlana bunun bahsini neden hiç yapmıyor? Cevapsız kalan, okurken size devamlı okuduğunuz şeyin inandırıcılığını sorgulatan o kadar çok soru var ki.. Olay örgüsüyle ilgili bu kadar çok soru barındıran bir romanın basılmış olduğuna bile inanamıyorsunuz bir noktadan sonra.
Aslına bakarsanız Aşk'la ilgili problemli bulduğum, söyleyebileceğim daha çok şey var (bunun başında da Mevlana ve Şems arasındaki ilişkinin ağırlıklı olarak homoerotik bir şekilde çizilmesi geliyor); ama yazımın hali hazırda uzunluğu dolayısıyla burada bitireyim istiyorum. Beni bu kadar hayal kırıklığına uğratmayan bir kitapla, filmle, diziyle ilgili bir başka yazımda görüşmek üzere :) 

16.10.12

Twin Peaks: 90lar Başından Bir David Lynch Kültü

Eğer benim gibi 80ler sonunda doğmuşsanız, Twin Peaks'i muhtemelen Star'da gece yarısı yayınlanan bölümlerinden tanıyorsunuzdur (hatta anne babanız benimkiler gibi "Hadi yat çocuğum,", "Bu çocuklara göre değil," diye sizi televizyondan uzaklaştırmadıysa belki hikayesiyle ilgili aklınızda az çok bir şeyler kalmıştır da). Ben diziyi uzun zamandır merak etmeme rağmen sonunda birkaç ay önce izlemeye başladım, geçtiğimiz günlerde de bitirdim ve de hakkında yazılmış pek yazıya denk gelmeyince bir şeyler yazayım istedim. İzlemeyenleri şimdiden uyarayım: Bu yazı spoiler içerir.  
Twin Peaks, Washington State'de yer alan, etrafı ormanlarla çevrili, iklimi itibariyle kasvetli, küçük bir kasabadır. Bu kasabanın sessiz varoluşu, kasabanın gözdelerinden lise öğrencisi Laura Palmer'ın cesedinin plastik bir torbaya sarılı olarak bulunmasıyla bozulur. Twin Peaks, artık egzantrik FBI ajanı Dale Cooper'ın mesken bellediği, herkesin zanlı olarak yargılanabileceği, dikkatlerin üzerinde toplandığı bir kasabadır. Ancak Twin Peaks'i, dikkat çekici ya da "garip", "karanlık", "açıklanamaz" kılan Laura Palmer'ın cinayetinden çok daha başka şeyler, güçler ve kasabalılar arasındaki ilişkilerdir. Bunları da bölümler ilerledikçe öğrenir, dizinin kapsamının bir cinayetin çözümünden çok daha fazlası olduğunu/olacağını anlarız. Ve dizinin kapsamı genişledikçe janrı da değişir, genişler, hatta kendine ait bir janr tanımlamaya bile başlar, çünkü Twin Peaks, bölüm sayısı arttıkça hayranlarının özellikle cezbedici bulduğu grotesk karakterleri, bu karakterler arasındaki Amerikan pembe dizilerini alaya alan ilişki yumağı, X Files'ı aratmayan gizemleri ile benzeri olmayan bir türler arası geçişlilik gösterir.

FBI ajanı Dale Cooper, Twin Peaks'te zaman geçirdikçe, önce Laura Palmer'ın göründüğü gibi herkes tarafından sevilen, cici bir lise öğrencisinden ibaret olmadığını, sonra da Twin Peaks'teki huzurlu ve durağan ilişki ağının göründüğünden çok farklı olduğunu öğrenir. Twin Peaks'teki neredeyse herkesin göründüğünden başka bir hayatı vardır ve neredeyse herkes, ne kadar dışarıdan temiz görünürse görünsün, ya ilişkileri ya da dahil olduğu yasadışı olaylar sebebiyle karanlık bir taraf barındırır. Neredeyse diyorum, çünkü geriye kalan Cooper, Donna, Audrey, James gibi karakterler de dizi boyunca vakitlerini diğerlerinin bu ikili hayatlarındaki gizemleri çözmeye adıyor ve kendilerini ya bu ilişki ağlarının içinde ya da korktukları şeylerin tam ortalarında buluyorlar.
Sadece iki sezon devam etmiş Twin Peaks'in büyük bir bölümü Laura Palmer'ın cinayetinin çözülmesine ayrılmış ve ikinci sezonun ortasında "katilin" kim olduğunu öğreniyoruz. Bu süreçte Twin Peaks'teki karanlık gücün Cooper'a görünen ip uçları sayesinde seyirciye belirli bir ölçüde de olsa "açıklanması" söz konusu. Ancak, ne yazık ki dizinin ömrü çok kısa olduğundan, Twin Peaks mitolojisi hiçbir zaman "çözülmemiş" ya da derinleştirilmemiş. Bunda, dizinin reytinglerinin ikinci sezon başlarından itibaren büyük bir düşüş göstermesi ve yayınlandığı kanal olan ABC'nin Lynch'e ve ekibine Palmer'ın katilinin açıklanması için baskıda bulunmasının etkisi büyük.

Laura'nın katilinin kim olduğu açıklandıktan sonra, dizide büyük bir ivme düşüşü gerçekleşiyor ve Bob ve Twin Peaks'in ormanlarında var olan o güç, dizinin "kötü"sü olmaktan çıkıyor. Cooper'ın eski partneri, ezeli düşmanı, deli ve tahmin edilemez olarak çizilen Windom Earle, yeni "kötü" olarak diziye dahil oluyor. Açıkçası seyirci olarak bu yeni hikaye örgüsüne birkaç bölüm kadar adaptasyon problemi yaşıyorsunuz. Gerçi Windom Earle'ün derdi ve sonu da son bölümlerde Bob ve Black Lodge/White Lodge meselesine bağlanıyor, ama o süre içerisinde yaşadığınız hedeften sapmaya ne gerek vardı diye düşünmeden de edemiyorsunuz. Burada tabi ki, kanalın baskısının olduğu kadar, Cooper'ı canlandıran Kyle MacLachlan'ın, Cooper'ın Audrey Horne ile olan ilişkisini canlandırmak istememesi ve bu konuda dizi senaristlerini zorlamasının da etkisi büyük. Audrey Horne, Cooper'ın odağından ve olay örgüsünden çıkınca, ona yeni bir "aşk" yazma kaygısıyla hareket eden ve "iyi kalpli, kadınların ilgisini çekecek ajan" profilinden sapmak istemeyen senaristler, yine damdan düşme bir kararla Windom Earle'un karısı ile geçmişini ve Annie karakterini hikayeye dahil etmek zorunda kalmışlar. Hal böyle olunca zaten kendi mitolojisinden uzaklaşan dizi, bir de karakterler arasındaki duygusal ilişki ağını çözüp ortaya yeni karakterler ve öyküler atınca izleyicisinin büyük bir bölümünü kaybetmiş. Açıkçası dizinin sadece iki sezonu olduğunu bilmesem ya da diziyi gerçek zamanlı izleyen kitleden olsam, muhtemelen ben de izlemeyi bırakabilirdim, çünkü sezon ortasında yeterince işlenmemiş bir hikayeden diğerine ve alakasız ve zorlama aşk öykülerine atlayan bir diziden medet ummak pek akıl işi değil. 
Neyse ki son birkaç bölüm dizinin ana mitolojisine hayran olan benim gibileri az da olsa tatmin ediyor. Bob ve Black Lodge'a Windom Earle ve Annie sayesinde olsa da (Lynch'in orijinal planına göre Black Lodge'a kaçırılan aslında Audrey olacakmış) geri dönüyoruz ve daha ilk sezonun ilk bölümlerinde Dale Cooper'ın rüyasında gördüğü o sahne biraz daha açıklık kazanıyor. Tabi hikayenin işlenmeyen birçok kilit noktası hala var ve ne yazık ki sonsuza kadar da olacak ama en azından Laura Palmer ve Dale Cooper bağı biraz açıklığa kavuştuğu için dizinin sonunda yayından kaldırıldığı için kafamı duvarlara vurmak istemedim :) Her ne kadar Cooper'ın Black Lodge'da kalan ruhunun nasıl kurtulacağını, Bob'un yeni maceralarını ve Twin Peaks şerif biriminin bu duruma yaklaşımını deli gibi merak etsem de.
Twin Peaks, bir David Lynch işinden bekleyebileceğiniz her türlü özelliğinin yanı sıra pembe diziyi aratmayan ilişki ağları, Nadeen, Log Lady, Dr Jacoby, Deputy Andy, Lucy gibi karakterleri ile de farkında olmadan insanı kendine alıştıran, bittikten sonra tekrar izlemek isteyeceğiniz, "klasik" sayılabilecek, gerçekten eşi benzeri olmayan bir dizi. Karakterler arasındaki ilişki ağlarının bu kadar çarpık olması ve özellikle de ilk sezondaki twistleri ile bana The Killing'i zaman zaman çok hatırlattı; ancak Twin Peaks'e (aslında Lynch'e) özgü psikolojik gerilimi, grostesk ve kitsch özellikleri barındıran karakter ve durumları ile kendinden etkilenen The Killing gibi işlerden çok çok ötede bir yerde ve yayınlanmasının üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hala hatırlanmayı ve izlenmeyi hak ediyor. 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...