30.5.13

Laura Marling'in Yeni Albümü Once I Was An Eagle Üzerine İlk Notlar

Laura Marling, yaptığı her şeye kulak kabartacağım, üşenmeden oturup röportajlarını okuyacağım, canlı performanslarını izleyeceğim sayılı müzisyenden biri. Kendisini ve müziğini gerçekten çok ilginç buluyorum ve günümüzde folk icra kadın müzisyenler arasında önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. O yüzden yeni çıkan yeni ve dördüncü albümü Once I was an Eagle'ın beni ne kadar heyecanlandırdığını tahmin edersiniz. Bu yazım daha çok bu albümle ve bu albüm için yapılmış birkaç röportaj üzerine olacak. Marling hakkında daha genel bir yazı okumak isteyenleri şuraya alayım. 
Adı Bill Callahan'ın Sometimes I Wish We were an Eagle'ına gönderme olan Once I was an Eagle, 16 şarkılık bir albüm. Marling, bu albümde de tıpkı I Speak Because I Can ve A Creature I Don't Know'da olduğu gibi Ethan Johns ile çalışmış. Tüm albümü 10 gün içinde Johns'un Bath'daki evinde kaydetmişler. Johns tüm enstrümanları çalmış. Johns'la olan müzikal ortaklıklarını "Rahat ve iyi bir iletişimimiz var, beni ve ne yapmak istediğimi çok iyi anlıyor," diye anlatıyor Marling. 
Tüm albümün iki kişinin elinden çıktığı kendini başka bir noktada da gösteriyor: Once I Was an Eagle, Marling'in bir grup ile birlikte kaydetmediği ilk albümü. "Önceki albümlerde diğer müzisyenler şarkılara yeni ve kendilerinden tatlar eklediler, bu da onları değiştirdi. Bu o albümler için gerekliydi de, ancak bu albümde şarkıları olabildiğince yalın ve öngördüğüm gibi tutmak istedim," diyor bu kararıyla ilgili. 
Yalınlık, Marling'i seven, dinleyen, hatta kendisinin bir iki fotoğrafını görmüş herkesin onunla ilgili çıkarabileceği bir özellik aslında. Önceki iki albümüyle de ilgili buna yakın şeyler söylemiş olsa da bu albüm gerçekten de prodüksiyon anlamında yalın bir albüm. Çoğu zaman şarkılar sadece viyolonsel, gitar ve perküsyondan oluşuyor. Bu yalınlık, şarkıları benim adıma daha vurucu ve daha sakin kıldı. Çoğunun nefes aldığını, bir acelesi olmadığını ve söylemek istediği şey için gitardan ve Marling'in sözlerinden fazlasına ihtiyaç duymadığını hissettim. Sanırım, albümle ilgili şimdilik en sevdiğim şey de bu. Özellikle de vurmalıların bu albümde bu kadar ön planda olması çok hoşuma gitti. 



Once I was an Eagle'a özgü olduğunu düşündüğüm bir başka şey de Marling'in şarkı sözlerinde mitlerden ve arketiplerden biraz uzaklaşıp kendini biraz daha açık etmesi. "Biraz"ı özellikle vurguluyorum çünkü İngiliz basınının bile "reserved" diye tanımladığı Marling, hiçbir zaman hayatında olanları şarkılarında ya da röportajlarında açık edecek bir müzisyen olmadı ve de muhtemelen olmayacak. Ama ben Master Hunter'da "If you want a woman who will follow your name, it ain't me babe," diyen, "Take me somewhere I don't know, Give me something let me go, Tell me something I can grow" diye onu geliştirmeyen ve değiştirmeyen sevgiliden dert yanan Laura'yı I Speak Because I Can ya da A Creature I Don't Know'daki kadından daha ulaşılır, daha direkt, daha cesur buldum. Master Hunter aklıma ilk gelen örnek aslında, Once I Was an Eagle tıpkı Master Hunter'daki gibi söz yazarını spot altına alan önermelerle dolu. Favorilerim kesinlikle I Was an Eagle'daki "I will not be a victim of romance. I will not be a victim of circumstance. Chance or circumstance or romance, or any man", ve Saved these Words'deki "You weren't my curse. Thank you naivety for failing me again. He was my next verse," dizeleri. 


Söz yazarlığındaki bu yenilik, Laura Marling'in hayatındaki tek yenilik değil. Guardian'a verdiği röportajda Los Angeles'a taşındığını öğrendiğimiz müzisyen, bu kararıyla İngiliz basınında büyük bir şaşkınlık yaratmış. "Neden?" sorusuna da yine her zamanki gibi yaşından beklenmeyecek bir içgörüyle cevap veriyor: "İngiltere benim gibi kendi başına olmayı seven ama yalnız hissetmek istemeyen biri için ideal bir yer değil." Amerika'nın genişliği de onda büyük bir heyecan uyandırmış, daha fazla keşfedilecek yer, insan olmasının keyfini çıkarıyormuş. Once I Was an Eagle'daki Americana etkisi, onun bu yeni Amerikan toprağı merakıyla ne kadar ilintili bilemiyorum, kendisi de mekanın söz yazarlığına çok etkisi olmayacağını söylüyor yine Guardian'la yaptığı röportajda. Ama bu Amerikan ve de belki bir Amerikalı sevgisi bize Once I Was an Eagle'daki gibi bir yenilik sunacaksa ben açıkçası büyük bir merak ve şevkle kendisinden gelecek yeni ürünü beklemede olacağım. Şimdilik hepimize bu yepyeni albüm için keyifli dinlemeler! 

Follow on Bloglovin

29.5.13

New Girl'ün 2. Sezonunun Ardından


SPOILER İÇERİR!

Zooey Deschanel'in "quirky girl" imajının parodisine yaslanacak ve itici bir projeye dönüşecek gibi başlayıp çoğumuzu şaşırtmış New Girl, şahane bir sezonu geride bıraktı. Şu an yayınlanmakta olan favori sit-com'um olan bu diziyi gerçekten çok büyük bir keyifle, kahkahalar atarak izliyorum ve ikinci sezonu ilkinin gölgesinde kalmadığı için geleceğinden de çok umutluyum. Peki nedir New Girl'ü ve ikinci sezonunu özel kılan? Gelin bunlara hep birlikte bakalım. 
Öncelikle, New Girl yazımın en başında bahsettiğim Zooey Deschanel'den etkilenerek yaratılmış gibi duran Jess karakterine odaklanmadı. Aksine Jess'i ev arkadaşları Winston, Nick ve Schmidt ile bir takım haline getirdi. Hem de nasıl bir takım! Hepsi birbirinden garip, çocuksu ve saçma alışkanlıklara sahip üç erkek ve bir kadının birlikte yaşadığı bir ev düşünün. Bu eve Arrested Development, The Office, Friends gibi dizilerde karşımıza çıkmış awkward ve romantik bir komedi anlayışı ekleyin. Ve bunu onla çarpın, elde edeceğiniz şey belki Jess, Nick, Schmidt ve Winston dörtlüsünün arasındaki dinamiğe benzeyecektir. Gerçekten böylesine eşsiz bir komedi New Girl'ün komedisi. 
Başlarda 30lu yaşların başında son derece normal üç erkek gibi duran Nick, Schmidt ve Winston, dizi ilerledikçe ve karakterler arasındaki dinamik oturdukça çok daha ön plana çıkmaya ve "gerçek yüzlerini" göstermeye başladılar. En başlarda Jess'in garip ve takıntılı olduğunu iddia eden, onun hayat koçu olacakmış gibi duran bu adamlar, sit-comlarda pek rastlanmayan bir şekilde birbirlerinden çok farklı ve kendilerine özgü komedi durumları içinde karşımıza çıktılar. Nick, Winston ve Schmidt'i komik kılan öğelerin hepsi birbirinden farklı ve dizinin dinamiği için vazgeçilmez öğeler. Nick'in öfke patlamaları, sorumsuzluğu, Schmidt'in cinsellik, titizlik ve kilo takıntıları, Winston'ın hiçbir zaman nerede nasıl davranması gerektiğini bilmemesi, kariyer ve sevgili problemleri, bu öğelerin sadece bazıları. Bu sezonda, ilk sezonun devamı niteliğinde olan birkaç hikaye örgüsü dışında (ki bunlar da Jess & Nick ve Schmidt & Cece ilişkileri) karakterlerimizi bu komik özelliklerini daha da açığa seren durumlarda izledik. Jess kendine inanılmaz komik olaylar zinciri içinde yeni bir sevgili buldu, işinden atıldı, Cece'nin yerine kendini modellik yaparken buldu. Schmidt Nick'le olan arkadaşlığının onuncu yılını düğünden farksız bir partiyle kutladı, Cece'yi kaybetti, Cece'nin yerine birden kafayı taktığı bir balığı koymaya karar verince kendini hastanede buldu, şişmanlık zamanından kalma kız arkadaşına geri döndü. Nick babasını kaybetti, öfke problemini parkta tanıştığı hiç konuşmayan bir adamla havuz tedavisine girerek aşmayı denedi, bir striptizciyle birlikte oldu. Winston sonunda keyfince birlikte olabileceği birini buldu, eşek şakaları konusunda ne kadar abartılı olduğunu kanıtladı, futbol oyuncusu arkadaşının ilgisini Jess'e kaptırdı. Bunların büyük bir çoğunluğu karaktelerin başına gelen "önemli" (ve tabii ki benim aklımda kalan) olaylar :) Ancak New Girl'ün asıl komedisi, karakterlerin olaylara reaksiyonlarında gizli ve bu sezon da ilki gibi, hatta ondan da çok, slapstick komediyi andıran düşme-kalkma-dans etme-yarışma-taklit içeren bu reaksiyonlarıyla beni çok güldürdü. Bu diziye ne kadar çok güldüğümü açıklamanın sanırım en kolay yolu karşılaştırmaya gitmek olacak: Çok komik bulduğum Seinfeld, Friends gibi klasiklere bile New Girl'e güldüğüm kadar gülmedim. 


Gelelim diziyle ilgili sıkıntılı bulduğum noktalara.. Bunların başında kesinlikle Winston'ın hikaye örgüsünün çok sınırlı ve tektip olması geliyor. Konuyu ırk konusuna bağlamak istemiyorum ama Cece gibi ikincil bir karakterin bile bu sezon kendine has bir hikaye edinebildiği bir dizide Winston'a kesinlikle daha fazla yer verilmeli. Bu sezondan sadece Daisy ile olan ilişkisi ve bekaret hikayesi gibi neredeyse anekdot seviyesinde kalan hikaye örgüleri edindi Winston ve bunların da ne kadar akılda kalıcı olduğu düşünülürse açıkçası hem karaktere hem de oyuncuya haksızlık ediliyor gibime geliyor. Umarım bu problem önümüzdeki sezonda çözülür. Bir diğer "problem" de dizideki karakterler arasındaki romantik ilişkiler. Schmidt ve Cece arasındaki ilişki doğası itibariyle imkansızlığı, hiçbir zaman resmiyete dökülememesi, en sonunda gelen ayrılık ve Cece'nin hamile kalabilmek için çok kısa bir zamanının kaldığı öğrenmesi gibi engellerle izleyiciyi çabucak sıkmayacak ve de nazından usandırmayacak bir şekilde 2 sezona yayılabildi. Ancak Jess ve Nick arasındaki elektiriğin bu sezon sonlarına doğru ilişki mertebesine geçiş yapması beni açıkçası dizinin geleceği adına korkutuyor. Öncelikle, sit-comlardaki ana karakterler arasındaki uzun süreli ilişkilerin geleceğinin nasıl olduğu malumunuz (bkz: Friends'den Ross ve Rachel). Bunun üzerine izleyicilerin bu ilişkilere ne kadar çok kendini kaptırdığını, günümüzde bir de yazarlara, yapımcılara ve oyunculara sosyal medya sayesinde direkt bir erişimleri olduğunu eklersek, bu ilişkilerin fan-service'e dönüşmemesi çok çok zor. O yüzden özellikle Jess ve Nick'in dizide halihazırda kapladıklarından daha da fazla alan kaplaması, dizinin tonunun komediden romantik komediye kayması gibi endişelerim var. Yazarlar da bunun farkındalar elbette ve bunu engellemek için ellerinden geleni yapacaklarını söylüyorlar. Bize de olacakları izleyip görmek kalıyor bu durumda.
Son olarak, bu sezon dizideki konuk oyuncuları ve onlar için yazılan hikayeleri de son derece başarılı buldum. Özellikle de favorilerimden Dylan O'Brien'ı dizide görmek beni çok eğlendirdi. Kısacası Zooey Deschanel filan demeyin, mutlaka bir şans verin diyorum. 

Follow on Bloglovin

26.5.13

The Beautiful and Damned: F. Scott Fitgerald'dan Aşk, Evlilik, Gençlik, Zenginlik ve Yüzeysellik Üzerine

Amerikan popüler kültürünün ilk edebi ünlülerinden F. Scott Fitzgerald, şu sıralar Baz Luhrmann'ın yeni The Great Gatsby uyarlaması ile gündemde. Filmi henüz görmedim, o yüzden o konuda söyleyebileceğim henüz bir şey yok, zaten Fitzgerald da bambaşka bir kitabıyla benim gündemimde birkaç aydır. Söz konusu ve bu yazımın konusu kitap dilimize ne yazık ki henüz çevrilmemiş The Beautiful and Damned.
The Beautiful and Damned'in dilimize çevrilmemiş olması, beni bu yazıyı yazıp yazmama konusunda epey bir ikileme düşürdü açıkçası. En sonunda kitap benim için bu ilkbaharın bir anlamda soundtrack'i olduğundan ve kendisini yazarın en bilinen romanı The Great Gatsby'den çok daha fazla sevdiğimden hakkında yazmadan edemedim.
The Beautiful and Damned, The Great Gatsby gibi 1920 Amerika'sında yani "Jazz Age"de geçiyor. Ana karakterleri, öksüz, yetim ancak çok varlıklı elit Anthony Patch ile görür görmez aşık olduğu burnu havada Gloria. Anthony ve Gloria, evleniyor ve Anthony'nin statüsüne ve Gloria'nın keyfine yaraşır bir lüks ve parti hayatı yaşamaya başlıyorlar. Dönem 1920'ler, yer de New York olduğundan Jazz, partiler, dans romanın büyük bir parçası. Anthony ve Gloria'nın kusursuz ve pürüzsüz olması beklenen evliliğine, Anthony'nin tek para kaynağının ailesinden kalan hisse senetleri ve gelecekten en büyük umudunun zengin iş adamı dedesinden kendisine kalacak mirası olması ket vuruyor. Çünkü Anthony'nin dedesi, Anthony ve Gloria'nın aksine tam bir "moralist" ve çiftin içki, parti, dans ve müzik ile geçen aylak hayatını onaylamıyor. 

The Beautiful and Damned'in okumamış olanlar için daha fazla ayrıntısına girmek istemediğim bu olay örgüsü, tüm bunlar olurken Fitzgerald'ın mercek altına aldığı evlilik, çalışmak, gençlik, para, güzellik gibi temel meseleler karşısında benim için ikinci planda kaldı. Kitap hakkında okuduğum yorumların çoğunda okuyucuların fazla yüzeysel bulduğu, nihayetinde "yaşlanmak" meselesine bağlanan Gloria'nın güzellik takıntısını, devamlı Anthony'nin ona layık olup olmadığını sorgulamasını, mağrurluğunu bile söz konusu olan şeyin genç bir çiftin evliliği olduğunda çok yerinde ve iç görülü buldum. Gloria'nın bu "kusurlarına" paralel olarak Anthony'nin karısı tarafından eleştirilmesine ve küçümsenmesine neden olan "çalışmak" kavramı ile ilgili sıkıntılarının, varoluşsal sancılarının ve alkol problemlerinin, romanın tarihsel bağlamının dışında da vurucu olduğu düşündüm. Anthony'nin en yakın üniversite arkadaşları olan yan karakterler Richard Caramel ve Maury Noble da aynı şekilde 20-30 yaşlar arasında hayatını şekillendirme sürecinde olan eğitimli genç insanlara çok tanıdık gelecek sorunları ve kaygılarıyla beni olumlu anlamda çok şaşırttılar. 
The Beautiful and Damned'in belli bir yaş grubuna ait karakterleri çok spesifik ve kendine özgü bir zaman diliminde bu kadar zamansız olarak çizebilmesi, Fitzgerald'ın neyse ki bu romandaki tek başarısı değil. Romanın iskeletinin büyük bir bölümü, Anthony ve Gloria'nın hastalıklı ilişkisine dayanıyor. Fitzgerald'ın en az kendisi kadar ünlü bipolardan muzdarip karısı ile olan ilişkisinden etkilenerek yarattığı iddia edilen bu ilişki, gerçekten çok inişli çıkışlı, aşk-nefret-küçümseme arasında çok sık ve çok çabuk gidip gelen bir ilişki. Çiftin hayattan beklentileri ve yaşam biçimleri birbirlerine çok uygun olsa da, birbirlerinden beklentileri ve kendi özgüven/kibir problemleri ortaya çok ilginç bir evlilik portresi çıkarıyor. Hatta bu romandan sonra Fitzgeraldlar benim için çok daha merak edilir oldu bile diyebilirim. Özellikle de Zelda'nın biyografisi ve onun bu romandaki Gloria reenkarnasyonu iddiaları, hem Fitzgerald'ı Gatsby ile tanıdığım Amerikan materyalizmi eleştirmeninin de ötesinde bir yere taşıdı gözümde, hem de diğer romanlarında bu romandaki iç görüyü bulabileceğime dair umutlarımı arttırdı. 
Kısacası, Gatsby'nin rüzgarına kapılmış, Amerikan edebiyatına meraklı ve Türkçe'ye çevrilmemiş olmasından yılmayacak herkese The Beautiful and Damned'i tavsiye ederim.

 
Follow on Bloglovin

21.5.13

Chronicle / Doğaüstü: Doğaüstü Güçlere Yeni ve Gerçekçi Bir Bakış


Bilim kurgu birçok formatta olduğu gibi  sinemada da favori türlerimden biri. Bir bilim kurguyu ortalama bir günde bir korku filmine, thriller'a ve romantik komediye kesinlikle tercih ederim. Bu yüzden olacak ki, Chronicle'ı bunca zamandır izlemediğime ve izledikten sonra okuduğum Türkçe platformlarda aldığı kötü yorumlara baya bir şaşırdım.  
Chronicle, lise öğrencisi üç genç Andrew, Matt ve Steve'in boş bir arazideki garip bir deliğin içine girip orada karşılaştıkları tanımlanamayan "şey" sayesinde doğaüstü güçler kazanmasını ve sonrasında bu güçlerle başa çıkmalarını konu ediniyor. Adının Chronicle olmasının sebebi bir "found footage" filmi olması. Önce asosyal ve sorunlu bir aileden gelen ana karakter Andrew, sonra da diğer karakterler tarafından el kamerasıyla çekilmiş sahnelerden, bunun mümkün olmadığı durumlarda da güvenlik kameralarının görüntülerinden oluşuyor film. Bilim kurgu sevmeme rağmen kulağa size olduğu kadar bana da pek iç açıcı gelmeyen bu iki sıkıcı "tanım" filmin neyse ki tek "eksileri". Chronicle, kesinlikle Misfits'ten sonra doğaüstü güç kavramına en orijinal yaklaşan yapımlardan biri. 
Annesi ölüm döşeğinde olan, işsiz babası tarafından şiddete maruz bırakılan Andrew, son derece yalnız bir çocuktur. Kuzeni Matt'in dışında arkadaşı yoktur ve yeni aldığı bir el kamerası ile günlerini kaydetmeye başlar. Matt'in davet ettiği ve Steve'le tanıştığı parti sonrasında telekinetik güçler edinmesine sebep olan olaya kadar hayatında insani sevgi ve ilgi gördüğü bir durum bulunmamaktadır. Üç arkadaş, güçlerinin ortaya çıktığı ilk zamanları deneyler ve eşek şakaları yaparak geçirirler. Onlar bu güçleri kullandıkça güçleri de gelişmeye ve büyümeye başlar. Önce sadece küçük lego parçalarını hareket ettirebilirken sonraları arabaları hareket ettirebilmeye, en sonunda uçabilmeye bile başlarlar. 



Yazının bundan sonrası spoiler içermektedir! 

Tabii ki işler hep böyle güllük gülistanlık gitmeyecektir :) Diğer doğaüstü güç anlatılarının aksine, Andrew, Matt ve Steve son derece gerçekçi yeni yetmeler olarak bu güçleri bir sorumluluk olarak görmez, kötüleri cezalandırmak için kullanmaya vs karar vermezler. Aksine, Andrew'un sorunlu halet-i ruhiyesi, bu güçlerle aldığı kararları da etkilemeye başlar. Babasından gördüğü şiddetin getirdiği öfke, önce bir adamı hastanelik etmesine, sonra da annesinin ilacını alabilmek için mahallesindeki serserileri soymaya çalışırken onları öldürmesine sebep olur. Onun bu şiddet eğilimini fark eden Matt, onu durdurmak için elinden geleni yapar ama Andrew ondan ve Steve'den güçlüdür ve ikisini de hayatından çıkarır. Yine sinirli olduğu bir anda güçlerini kontrol edemeyince Steve'in ölümüne sebep olur. Tüm bunlarla birlikte de işler iyice çığırından çıkar. Andrew kendini bir apex predator olduğuna, kendinden güçsüze verdiği zarar konusunda pişmanlık duymaması gerektiğine inandırmıştır. 
Filmin en çok tuttuğum yanı, insan hubris'ine bu gerçekçi ve korkusuz yaklaşımı oldu. Sadece zihninizle binaları hareket ettirebilecek, kurşunları durdurabilecek, hatta uçabilecek güçte olsaydınız, kendinizi tanrı olarak görmemek için bir sebebiniz kalır mıydı? Size sadece acı çektirmiş insanların hayatı sizin için önemli olur muydu? Bir de üstüne üstlük sevgisiz bir evde büyümüş ve senelerdir hasta olan annenizi trajik bir şekilde kaybettiyseniz? İşte tüm bu soruları sorması ve Andrew'u tüm yaptıklarına rağmen kötü adam olarak çizmemesi bence filmin en büyük başarıları. Anlatıdaki bu başarı neyse ki gişeye de yansımış ve Chronicle bütçesini gişede 5'e katlamış. Filmin prodüksiyonunu yapan stüdyo FOX ve senaristi Max Landis şu an bir devam filmi üzerinde çalışıyorlarmış. Bu devam filmi ne kadar hayata geçer bilinmez ama senaryonun en az Chronicle kadar karanlık bir tonu olacağını söylüyor senarist. Bu da açıkçası benim için bir büyük bir artı çünkü malumunuz gösterimde doğaüstü güç kazanıp kahramanlığa soyunan süper kahraman filmi kıtlığı yok :) 
Son olarak oyuncuların, özellikle de Dan DeHaan'ın hakkını vermek lazım. Leonardo DiCaprio'nun gençliğini çok andıran ve bu konuda hakkında çokça yazı bulunan DeHaan'ın benim şimdiye dek gözümden kaçtığı için hayıflandığım çok başarılı bir filmografisi var. (İzlemeyi düşündüğüm, aralarında son Oscar sezonunda bol ödül almış filmlerin de bulunduğu 3 filmde rolü var imiş örneğin.) Bilim kurgu seviyorsanız ve found footage olayına karşı büyük bir antipatinize yoksa hakkındaki kötü yorumlara aldırış etmeyin ve Chronicle'ı es geçmeyin derim.
Follow on Bloglovin

13.5.13

Hüzün Kraliçesi Lana Del Rey

2012'de adı son derece zikredilmiş, herkesin hakkında mutlaka bir fikir sahibi olduğu ve Lady Gaga'dan bu yana karşımıza çıkan en orijinal pop star olduğunu düşündüğüm Lana Del Rey, sevenlerinin bileceği üzere 7 Temmuz'da turne kapsamında ülkemize geliyor. Bilet fiyatları 135tl ile 550 tl arasında seyreden ve bu yüzden canlı izleyemeyeceğim Lana'yı, uyuyamadığım bir Cuma gecesi nedense daha önce hiç göstermediğim bir dikkatle dinledim, röportajlarını ve hayat hikayesini okudum.. Ve hazır Türkiye'ye geliyor olmasını ve çok konuşulan Great Gatsby soundtrack'i için yazdığı Young and Beautiful şarkısı için yeni yayınlanmış videosunu fırsat bilerek hakkında birkaç kelam etmek istedim.
Bendeki bu gecikmiş Lana Del Rey ilgisi açıkçası müziğine ilk kez etrafını kuşatmış dedikodu ve spekülasyon bulutundan arınmış olarak bakabilmiş olmamdan kaynaklanıyor. "Zengin aile çocuğu", "albümünü kendi parasıyla yayınlamış", Tumblr'da devamlı karşımıza çıkan SNL meme'i, "tüm yüzü estetikliymiş" ve daha eminim benim haberimin olmadığı bir sürü haber/dedikodu Lana Del Rey'i orijinal kılan her şeyden uzaklaştırıyor dinleyiciyi.
Öncelikle kendisi hakkında benim gibi pek bir fikir sahibi olmayanlar için son derece ilginç hayat hikayesinden biraz bahsetmekte fayda var. Asıl adı Elizabeth Woolridge Grant olan 1986 doğumlu Del Rey, büyük bir hayran kitlesine ulaşmasını sağlayan Born to Die albümü öncesinde de uzunca bir süre çeşitli jazz barlarda sahne almış, EPler ve hatta bir de uzun çalar yayınlamış bir singer-songwriter. Sahne ismi olarak kendine kulağa güzel ve egzotik geldiği için Lana Del Rey'i seçmeden önce Lizzie Grant ismiyle sahne almış. Çok zengin bir ailenin çocuğu olduğu iddialarını ısrarla yalanlasa da babasının real-estate devi olduğuna dair dedikodular etrafta dolaşıyor. Ben açıkçası bu dedikoduların arkasının ne kadar dolu olup olmadığını anlamak için uğraşmak yerine kendisinin röportajlarını okumayı tercih ettim :) Ve orada gördüğüm tablo beni çok şaşırttı ve Born to Die'a ve videolarına daha başka yaklaşmamı sağladı.

15 yaşında New York yakınlarındaki Lake Placid'de yaşayan ailesi tarafından alkol bağımlılığı yüzünden yatılı okula gönderilmiş Lana Del Rey. Alkol bağımlılığı konusunda "Ne kadar ciddi bir bağımlılıktı?" sorularına "Bırakmak zorunda kalmama neden olacak kadar," diye bahseden ve bu konuda çok ilginç demeçleri olan Del Rey, gördüğü tedavi sonrasında uzun yıllar bu konuda destek veren rehabilitasyon merkezlerinde gönüllü olarak çalışmış. Yine aynı dönemde son derece fakir bir şekilde bir karavanda yaşamış. Alkolü bırakmak zorunda kalmasını bir tür sevgiliden ayrılmak zorunda kalmak olarak gördüğü ve bunun hüznünü taşıdığı şarkılarında çok belli olan Del Rey'in müziğinde, müzikal anlamda başarıyı geç yakalamanın getirdiği hüzün de ağır basıyor. 
2010'da ünlü prodüktör David Kahne ile birlikte çalışarak yayınladığı EPsi Kill Kill sadece birkaç ay sonunda iTunes'dan ilgi görmediği için kaldırılan Del Rey, Video Games isimli şarkısına evde kendi imkanları ile çektiği ve editlediği videosu YouTube'da patlayıncaya kadar müzikte istediği başarıyı yakalayamamış. Bunun üzerine bir de çok ayrıntıya girmeden bahsettiği ilişkisi de son bulunca zor zamanlar geçiren Del Rey, kendini ve hayatını sürekli gözden geçirmek zorunda kalmış. En sonunda kontrolü altında olan tek şeyin kendi sözleriyle "iyi ve dürüst bir insan olmak" olduğuna karar verdikten sonra başarı onu beklenmedik bir zamanda ve şekilde bulmuş.
Aşağıda izleyebileceğiniz Video Games videosunun neden böyle büyük bir ilgili gördüğü (günümüz itibariyle videonun 50 milyonun üstünde bir izlenme sayısı var) konusunda hiçbir fikri olmadığını, Born to Die öncesindeki işlerinin de en az onun kadar iyi olduğunu düşündüğünü ısrarla söylüyor. Bu geç ve güç gelen başarı onu her ne kadar şaşırtsa ve beklemediği bir şekilde yakalasa da, bu konuda mutluluğunu yine röportajlarında sık sık dile getiriyor. Ne de olsa Born to Die 2012'nin en çok satan 5. albümü, mutlu olmaması mümkün değildir sanıyorum.





Del Rey, film müziklerinden, eski Hollywood'dan, her genre'ın en iyilerinden etkilendiğini söylüyor ve kendini "self-styled gangsta Nancy Sinatra" olarak tanımlıyor. Müzik dergileri ve bloglarınca ise icra ettiği müzik sadcore Americana olarak adlandırılıyor. Kendisi videolarında derinlikli Americana mesajları verdiğine dair yargılara karşı çıkıyor ve açıkçası National Anthem, Ride gibi videolarında bu tür mesajlara rastlamak mümkünmüş gibi görünse de kendisine hak vermemek mümkün değil. Bu "mesajların" hiçbiri bir temele oturtulabilecek derinlikte ve tutarlılıkta değil. Lana daha çok kendisinin de söylediği gibi "güzel"in peşinde ve etkilendiği dönemleri bir araya getirerek bir estetik oluşturmaya çalışıyor gibi. Bu çabanın da karşımıza çıkardığı gerçekten sinematik öğeler barındıran, aşk, hüzün, kayıp gibi temaları işleyen hip hop ve jazz etkileşimli bir pop. Her ne kadar kulağa sıradan bir tanım gibi gelse de (ki gerçekten de öyle :) ) Lana'nın sırrı bu etkileşimleri nasıl işlediğinde. Hala kulak vermeyenler varsa varlığıyla popüler kültürü renklendiren ve daha hakkında çok konuşacakmışız gibi görünen Lana Del Rey ve Born to Die tavsiyemdir.

Son olarak Great Gatsby için Baz Luhrmann ile kaleme aldığı Young and Beautiful'un videosu ile baş başa bırakıyorum sizi. Lana'nın bu şarkı ile Oscar'a aday olacağına dair dedikodular şimdiden etrafta dolanmaya başladı.



Follow on Bloglovin
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...