28.7.13

Kısa Kısa...

Son zamanlarda beni hakkında uzun uzun yazmaya iten herhangi bir şeye denk gelmeyince, yakın zamanda izlediğim ve beğendiğim filmler hakkında bir "Kısa Kısa.." serisi başlatmaya karar verdim. Bu seri ben "yeterince" film izledikçe güncellenecek ve bu filmler üzerine adı üstünde kısa notlardan oluşacak. Tabii yine beğendiğim ya da tartışmak istediğim filmler ile ilgili uzun yazılar da yazmaya devam edeceğim. Hadi o zaman daha fazla uzatmadan başlayalım. 

Sıkça takip ettiğim torrent kaynaklarımdan birinde karşıma çıkan Oblivion bu senenin Nisan ayında gösterime girmiş bir bilim-kurgu. Başrolünde Tom Cruise, Bond serisinden tanıdığımız Olga Kurylenko, ve Andrea Riseborough var. Görece küçük rollerde Morgan Freeman ve Melissa Leo gibi daha "ağır top" sayılabilecek oyuncular da karşımıza çıkıyor. Uzaylılar tarafından saldırıya uğramış ve Ay'ı kaybetmiş Dünya son demlerini yaşamaktadır. Cruise'un canlandırdığı Jack ve Riseborough'nun canlandırdığı Vika, Dünya'nın enerji kaynaklarını depolamakla sorumlu iki kişilik bir takımdır. Görevlerini tamamladıktan sonra insanoğlunun yerleştiği Satürn uydusu Titan'a döneceklerdir. Ancak Jack, silinen anılarının yankılarından bir türlü kurtulamamakta ve Vika'nın aksine görevini sorgulamaktadır. Tam da bu sebepten, görevini ve varlığını sorgulamasına sebep olacak zorluklar ve gerçekleklerle karşı karşıya kalacaktır. Oblivion, kesinlikle ortalamanın üstünde, başarılı bir bilim-kurgu. Tron: Legacy'nin de yönetmeni Joseph Kosinski tarafından önce çizgi-roman olarak tasarlanmış, sonra da sinemaya uyarlanmış. Tom Cruise'un son derece garip Scientology bağlantısını, geçen yazki yine Scientology'nin ön planda olduğu Katie Holmes ile boşanma fiyaskosunu ve de tabii Oprah'nın koltuğundaki zıplamalarını göz ardı edip kendisini ciddiye alabilirseniz fena da bir seyir sayılmaz. Açıkçası ben bu filmle anladım ki ben kendisini artık ciddiye alamıyorum ve Tom Cruise gerçeğini unutup filmin içinde kaybolamıyorum. Bu dertten muzdarip olmayanlara önerilir. 

Çok sevdiğim John Hughes'un sürekli bir yerlerde karşıma çıkan ve bir türlü izleyemediğim bu filmi Weird Science'ı sonunda izledim. 15 yaşındaki Gary ve Wyatt, okulun en ezik ve kızlardan yana bahtı bir türlü gülmeyen takımındandır. Bu durumdan kurtulmak için bir gün kendilerine bilgisayarda hayallerinin kadınını yaratırlar. Ortayan çıkan kadın Lisa, gerçekten de güzelliği ve zekası ile ikiliyi oldukça popüler ve aranır kılar ama başlarına da açılmadık dert bırakmaz. Breakfast Club, Sixteen Candles, Pretty in Pink gibi klasik John Hughes filmlerinin yanında bence sönük kalsa da aynı 80ler naifliğinde bir film Weird Science. Özellikle bilgisayar içeren sahneleri günümüz 15liklerini pek açmayacaktır diye tahmin ediyorum. Ama ben 15 yaşındayken izleseydim muhtemelen çok severdim. Saydığım John Hughes filmlerinin performansını beklemeyin ama John Hughes olsun da taştan olsun diyorsanız da kaçırmayın. 


Yine sıkça karşıma çıkan ve yeni izlediğim bir komedi filmi. Owen Wilson, Vince Vaughn ve Rachel McAdams'ın başrollerde olduğu film, Christopher Walken, Bradley Cooper ve Isla Fisher gibi büyük isimleri de bomba rollerde karşımıza çıkarıyor. Ezelden beridir BFF olan John ve Jeremy, binbir yalan söyleyerek yabancıların düğünlerine gidip kadınlarla tanışıp onlarla birlikte olmayı kendilerine hobi bellemiştir. Ancak her romantik komedide olduğu gibi, ikili bu düğünlerden birinde yatağa atmaya çalıştıkları kadınlara aşık olunca işler karışır. Judd Apatow erkek arkadaşlığı üzerinden komedilerle gişede paraya para dememeye başlamadan önce çekilmiş bu film, o filmleri kesinlikle aratmıyor. Owen Wilson ve Vince Vaughn filmde gerçekten mükemmel ve inanılmaz inanılır bir ikili yaratmışlar. Vaughn'un içine düştüğü durumlar ve diyalogları klasik olacak cinsten. Ben açıkçası izlerken çok eğlendim ve çok iyi vakit geçirdim. Biraz uzun ve zaman zaman gereğinden fazla romantizme kaçtığı yerler yok değil ama sırf Vaughn için bile izlenir.
Follow on Bloglovin

22.7.13

Haywire: Soderbergh'in Gina Carano Güzellemesi

Bu yazıya şu önerme ile başlamamda fayda var: Aksiyon filmlerine karşı tahammülüm yüksektir. (Genel olarak sanat / entertainment ürünlerine karşı da yüksektir ama konumuz onlar değil :) ) Herhangi bir sebepten merak ettiysem ve beni çok rahatsız eden bir şey söz konusu olmadıysa sonuna kadar izlerim. Sanırım şimdiye kadar sonunu getiremediğim tek aksiyon filmi Transformers'dı, onda da yönetmenin sonra medyada da sıkça yeralan cinsiyetçiliğine, Megan Fox'un devamlı orasına burasına zoomlamasına dayanamamıştım. Haywire'ı da inanılmaz sıkıcı ve de boş senaryosuna rağmen izledim ve de beni çok şaşırtan ve üzerinde konuşulması gerektiğini düşündüğüm birkaç konuda oldukça olumlu bir manzara ile karşılaştım.
Filmografisini gişede başarılı olsa da çok tutarsız bulduğum ve de "olayını" pek çözemediğim Soderbergh'in yönetmenliğini yaptığı Haywire, alanında "en iyi" sayılan gizli örgüt ajanı Mallory'nin intikam öyküsünü ele alıyor. Kendi patronu tarafından öldürülmeye çalışılan Mallory, bu ihanetin sebebini anlamak ve intikamını almak için yola koyuluyor. Bu yolda da karşısına hem elimine etmesi gereken, hem de ona yardımı dokunan birçok insan çıkıyor. Film, tam anlamıyla bundan ibaret. Hatta ben biraz daha süslemiş ve de kulağa heyecanlı gelecek hale getirmiş olabilirim. Gerçekten de Haywire'da bundan ötesi yok. Benim hakkında söylemek istediklerim de (neyse ki) senaryo ile ilgili değil.
Filmin ana karakteri Mallory'yi canlandıran Gina Carano aslında bir mixed martial arts dövüşçüsü. Haywire onu bir aksiyon oyuncusu olarak geniş kitlelere tanıtan ve aksiyon dalında SAG (Screen Actors Guild) ödülüne aday olmasını sağlayan ilk film. Soderbergh bu rolü Gina için yazmış ve Gina her ne kadar Michael Douglas, Ewan Mcgregor, Antonio Banderas ve Michael Fassbander gibi isimlerle karşı karşıya gelse de filmi tek başına sırtlanıyor. Ancak Gina Carano'nun oyunculuğu kendisi gibi deneyimsiz birinden beklenenin ötesine geçemiyor ne yazık ki. Gerçi, senaryonun da ona çok bir malzeme verdiği söylenemez. Mallory'nin tüm film boyunca tek motivasyonu intikam, tek dişe dokunur özelliği ise işinde yani dövüşte iyi olması. Benim de bahsetmek istediğim tek nokta aslında bu. 
Gina Carano, mixed martial arts dünyasında güzelliği ile tanınan, hatta bu dalın "yüzü" olarak bilinen, gerçekten de güzel bir kadın. Ancak Hollywood'a hitap edecek yüze ve vücuda sahip değil. Hollywood'da (aslında dünyada bile diyebiliriz) sıkça görmeye alıştığımız, hatta normal bellediğimiz kamera önünde "normal", normal hayatta ise açlıktan ölecek gibi duran bir fiziğe değil, son derece sağlıklı bir vücuda sahip. Bu da filmde tabii ki belli oluyor.


Ne yazık ki bize dayatılan kadın vücudunu görmeye o kadar alışmışız ki, bu konunun ne kadar problematik olduğunun farkında olmama rağmen film boyunca gözlerim Carano'yu çok yadırgadı. Bunu yazarken ben de bir anlamda bu önyargı ve ayrımcılığı besliyorum, farkındayım, ancak böyle bir konuyu tartışmadan da aşmamız maalesef mümkün olacak gibi görünmüyor. Kilo, vücut tipi stereotype'ı sorunsalının yanı sıra, Carano, Haywire'da yine bize dayatılan kadın savaşçı / dövüşçü görüntüsünden çok farklı dövüşüyor. Erkeğe benzetilen, erkek gibi hareket eden, erkek fizikalitesinde çizilen ve realist olmayan bu dövüşçülerden farklı bir stili var Carano'nun. Doğal olan da bu zaten :) Ama film formatında görmeye alışkın olmadığımızdan bunu da yadırgıyoruz ister istemez. Mallory, öncelikle, dövüştüğü kendinden iri ve kas yapısı güçlü erkekler karşısında vücut ağırlığını kullanıyor, ya da onların vücut ağırlığını kendi safına çeviriyor. Pis dövüşüyor, eline geçirdiği vazo vs'yi kafalarında parçalamaktan, kaslarının en fazla olduğu bacaklarıyla onları boğmaktan aşağı kalmıyor. Duvardan güç alıp düşmanına tekme attığında bunu bizi gaza getirmek değil hız kazanmak için yaptığını görebiliyorsunuz. Bu anlamda gerçekten de önemli Carano ve Soderbergh'in Haywire ile başardığı. Açıkçası ben "güçlü kadın" rolünde böyle bir karakter ve oyuncuyu izlemekten büyük bir haz aldım. Mallory, filmde kimsenin karısı, sevgilisi vs değil, aşk / sevgi / koruma içgüdüsü gibi kadın karakterlerin ana motivasyonları ilan edilmiş stereotypelarla hareket etmiyor. Ayrıca bir süpermodele de benzemiyor. Tüm bunlara rağmen güzel, seksi ve de çok güçlü. Bu anlamda Haywire önemli bir film, Gina Carano'nun bu filmlerde karşımıza çıkması önemli bir mesele ve Soderberg berbat bir senaryoyla da olsa en azından bunu başardığı için takdir edilesi. 
Umarım Carano'yu Hollywood'da daha büyük prodüksiyonlarda kilo vermeden, kendi stilinden uzaklaşmadan dövüşürken görmeye devam ederiz. Ben bu anlamda Hollywood'dan umutlu değilim ama Carano'dan umutluyum. 
Follow on Bloglovin

14.7.13

Skins Fire: Effy Stonem Tekrar Ekranlarda!


Skins'i çok sevdiğim sanırım çoğunuz için aşikar :) Üçüncü ve son jenerasyonu ile 2012 baharında sona eren dizinin ilk iki sezonundan beri sinemaya uyarlanacağı dedikoduları internette dolanıyordu. Ancak ilk jenerasyonun oyuncuları sinema ve TV'de çok başarılı olunca (akla ilk gelen isimler Nicholas Hoult, Dev Patel ve Joe Dempsie) bu dedikodular hiçbir zaman gerçeğe dönüşmedi. Benim de izlenimim, çok başarılı olmuş bu jenerasyonun oyuncularının Skins adı ile daha fazla anılmak istemedikleri yönünde oldu hep. Çünkü Skins, her ne kadar son jenerasyonu çok ilgi görmese de, dünyada büyük bir izleyici ve hayran kitlesi edinmiş bir proje ve oyuncuları hala büyük prodüksiyonlarda rol kapmaya devam ediyorlar.
6. sezon sona erdikten sonra bu dedikodular yerini haberlere bıraktı ve ikinci jenerasyondan Effy, ilk jenerasyondan Cassie ve yine ikinci jenerasyondan Cook'a odaklanan televizyon filmleri çekileceğine dair açıklamalar yapılmaya başlandı. Sonunda da ikişer bölüme yayılmış bu filmler Haziran başından itibaren yayınlanmaya izleyicilerle buluşuyor. Skins'in 7. sezonu olarak lanse edilen bu bölümler, karakterlerin yetişkinlik dönemlerini ele alacak ve günümüzde nerede olduklarını, geçmişle bağlantı kurmaya çalışmadan çizecek. Bu sezonun ilk chapter'ını oluşturan Effy'nin hikayesini içeren Skins Fire'dı ve bu chapter'ın son bölümü geçtiğimiz Pazar yayınlandı.
Öncelikle yazımın bundan sonrasının SPOILER içerdiği uyarısını yapayım :) Sonra da bakalım Skins'in en "sorunlu" karakterlerinden olan Effy Stonem nasıl bir yetişkin olmuş..
Artık 20li yaşların başında olan Effy, hisse senedi alım satımı yapan son derece ciddi bir yatırım şirketinde asistan olarak çalışmakta ve Naomi ile birlikte yaşamaktadır. İşini çok ciddiye alan, hırslı bir profil çizen Effy'nin bu halini ben de çoğu Skins-sever gibi önce hiç inandırcı bulmadım. Özellikle de okulda çok daha başarılı olan Naomi'nin işsiz güçsüz olması, Effy'nin ise başarıdan başarıya koşması bana hiç inandırıcı gelmedi. Ama, Effy ilk "Effy'ye yaraşır" olayına bulaşır bulaşmaz taşlar benim için yerli yerine oturmaya başladı. Effy'nin "gerçek dünyada" cezasız ve geridönüşsüz kalmayacak ergen davranışlarının yetişkinliğe yansıması tabii ki kaçınılmazdı, ancak senaristler muhtemelen onun bu davranışlarının sonucunun bir yetişkin için ne kadar büyük sorunlar yaratabileceğini gösterebilmek (ve de izleyicide en büyük etkiyi bırakabilmek) için böylesine ciddi bir iş ortamına ihtiyaç duydular. Biraz yakından bakarsanız, hayatındaki ona ilgi duyan erkekleri manipule etmek (zavallı Dom ve patronu Jake), bu erkeklerin onayını almak için cinselliğe başvurmak, kendini göstermek için etrafındakiler adına ne kadar zarar verici olacağını bile bile (adı üstünde) ateşle oynamak, bu durumlar haricinde tüm duygu belirtilerinden yoksun olmak (Naomi'ye olan yaklaşımı) gibi tipik Effy davranışları yetişkinliğinde aynen devam ediyor. Bu anlamda, yazarların inandırıcı olmayan bir Effy portresi yarattıklarına inanmıyorum. Ancak Effy'nin böyle bir işe girecek akademik başarıyı nasıl kazandığı, onu da geçtim başına büyük bir bela açmadan üniversiteyi nasıl bitirmiş olabileceği konusunda bir fikrim yok, ama Effy'yi sokakta yaşayan, işşiz güçsüz bir yetişkin olarak çok beklenir bir durumda çizmektense bu senaryonun daha ilginç ve malzemesi bol bir seçim olduğunu düşünüyorum.



Effy'nin Skins Fire'daki gönül ilişkileri hakkında da söylenebilecek çok yeni bir şey yok. Freddie ve Cook'un bu bölümde adlarının hiç zikredilmemesi çoğu dizi hayranını şaşırtmış ve kızdırmış; ama beni açıkçası bu seçim de şaşırtmadı ve bende diziye dair bir hayalkırıklığı yaratmadı. Bu iki karakter Effy'nin bölümünde yer almasa da onun hikayesindeki etkileri o kadar belirgin ki.. Effy'nin yine onun için iyi olan Dom (Freddie) yerine Jake'i (Cook) seçmesi, Jake'in Freddie acayip benzemesi gibi etmenler bence bu iki isimin onu nasıl şekillendirdiğine dair önemli ve büyük işaretler. En sonunda Jake'in ismini ifadesinde vermesi ise Effy'nin ne kadar büyüdüğünün göstergesi aynı zamanda. O yüzden bu anlamda Skins Fire'ın beni hayalkırıklığına uğratmadığını söylemeliyim.



Skins Fire ile ilgili beni hayalkırıklığına uğratan, hatta açıkçası sinirlendiren tek bir şey var ki, o da Naomi ve Emily'nin hikayesinin gördüğü muamele.. Emily ve Naomi, Skins tarihinde (ve de tabii ki LGBT kültüründe) çok önemli iki karakter ve Skins'in dördüncü sezonu sonunda hikayeleri güzelce bağlanmış az sayıda karakterden ikisi. Onları, Skins Fire'da hala aşık ve birlikte çizmek, ikincil karakterler olsalar da, son derece zayıf hikayelerle figüran gibi kullanmak, en sonunda da sırf Skins'in ikinci kısımda karakter öldürme geleneğini devam ettirmek adına Naomi'yi kanserden öldürmek bence çok ucuz ve kötücül bir seçim. Tamam, söz konusu olan Skins ve öncelikli olan her zaman drama, ama ikonik, lezbiyen bir karakteri, yalnız başına, son anlarında bile sevgilisini üzdüğü için kahrolur bir şekilde rahim kanserinden öldürmenin bu hikayeye nasıl bir katkısı olduğunu gerçekten anlamlandıramadım. Emily'nin neredeyse sadece Naomi için ağlamak için diziye dahil edilmesi, Naomi'nin kendi durumundan çok Emily'ye üzülmesi.. Bunların hepsi bana izleyicinin duygularıyla oynamak amaçlı gibi geldi. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi duymayı gerçekten çok isterim. 
Son olarak, Dom rolünde çok sevdiğim Submarine'den Craig Roberts'ı görmek çok güzel bir sürprizdi, umarım bundan sonraki bölümlerde de böyle başarılı isimleri ilginç rollerde görürüz ve de çok sevdiğimiz karakterlerin ucuz ölümlerle harcandığına şahit olmayız. 
Bugünkü Cassie'li Skins Pure'un ilk bölümü öncesi sizleri Ellie Goulding'in Skins Fire için yayınladığı, bu hafta bolca dinlediğim You, My Everyhting'i ile başbaşa bırakıyorum :)

Follow on Bloglovin

9.7.13

Man of Steel: Superman'in Günümüz Dünyasında Varolma Çabaları


SPOILER İÇERİR!

Superman, en çok bilinen süper kahramanlardan olmasına rağmen 26 sene önce 4. ve son filmi gösterime giren ilk franchise'ın sonlanmasından beri büyük ekranda başarılı olamamış bir karakter. Superman'in kaderini benimsemeden önceki yıllarını işleyen Smallville'i bir kenara bırakırsak, bu böylesine popüler bir karakter için oldukça uzun bir süre. Tabii bunun sebebi film takipçilerinin Superman'i sinemada görmek istememesi, ya da stüdyoların Superman'e para yatırmaktan çekinmeleri değil.. Superman 2006'da Superman Returns adıyla Bryan Singer yönetmenliğinde tekrar sinemaya uyarlandı. Ancak film en ince tabirle gişede patlayınca hem bir franchise ihtimali, hem de Superman'in sinemada yakın bir zamanda tekrar görünme ihtimali rafa kalkmış oldu. O filmden 7 yıl sonra Superman yeni bir uyarlama, yönetmen ve oyuncu kadrosuyla tekrar karşımızda. Ve de bu sefer son derece hırslı bir proje olarak.
Man of Steel, 1978'deki ilk sinema uyarlamasında olduğu gibi Superman'in gezegeni Krypton'da başlıyor. Krypton, doğal kaynaklarını tüketmiş, ölmek üzere olan bir gezegendir. Jor-El ve karısı Lara, yeni doğan oğulları Kal-El'i kurtarmak için onu Dünya'ya gönderirler. Amerika'nın kırsal eyaletlerinden birine iniş yapan Kal-El, onun "özel" olduğunu bilen Jonathan ve Martha Kent tarafından evlat edinilir, Clark Kent ismini alır. 1978 tarihli filmde Superman'in hikayesinin bundan sonrası, Clark'ın The Daily Planet'te sakar, ürkek bir alter-ego ile herhangi biriymiş gibi davranıp bir yandan da Superman kostümü içinde kötülerle "savaşması"ndan ibaret. Bir de Daily Planet'teki iş arkadaşı Lois Lane'e olan aşkı var tabii ki. Bunların dışında, sadece 78 tarihli filmde değil, bu franchise dahilindeki 4 filmde de, Clark Kent doğuştan iyilik timsali, insancıl, kriptonit haricinde yenilmez, devamlı gülümseyen, herkesin sevgilisi bir iyi niyet maskotu olarak çiziliyor. Yani Superman bu uyarlamalarda açıkçası baya sıkıcı. 


Zack Snyder yönetmenliğindeki Man of Steel projesi, karakterin bu tek boyutluluğunu yenmek, onu 2010'larda ciddiye alınabilecek derinlikte bir karakter olarak yeniden tanımlamak için büyük bir çaba sarf etmiş. Öncelikle, orijinal franchise'daki Superman'in kahraman olma hikayesinden çok daha ayrıntılı bir arka plan hikayesi ile karşı karşıya kalıyoruz Man of Steel'de. Bu Clark Kent'in sorgusuz bir insan sevgisi ve iyilik yapma güdüsü yok. Kimliği ile, güçleri ile ciddi sıkıntıları var. Henüz pelerini üzerine kuşanmamış. Etrafında olan kaza, facia gibi durumlarda güçlerini kullanarak insanlara yardım ettiği durumlar kendisine pahalıya mal olmuş, sürekli yer değiştirmek, kimliğini saklamak zorunda kalmış. Sırf kimliği açığa çıkmasın diye babası Jonathan'ın ölümüne göz yummak zorunda kalmış. Kendini "Superman" olarak adlandırmayan, kendi rızasıyla tayt giyip pelerin kuşanmayacak bir adam karşımızdaki. Peki ne oluyor da Superman, Superman oluyor? İşte filmi çekici ve izlenmeye değer kılan da, karakterin kendi içinde yaşadığı, ancak günümüz dünyasında mümkün olabilecek (70ler'de olamayacak örneğin) bu karamsar ikilem ve maruz kaldığı durumlar. 
Man of Steel'de Superman'e bu üç boyutluluğa kazandırmaktan sorumlu iki isim var: İlki, Batman franchise'ında da bu filmde de senaryo öykülerinden sorumlu David S. Goyer, diğeri de Batman'in can damarı, bu filmde de senaryo üzerinde çalışmış olan Christopher Nolan. Bu ikiliden beklenebileceği üzere filmin en başından itibaran, Krypton'dan Dünya'ya uzanan bir distopya söz konusu. Krypton, sadece doğal kaynakları tükenmiş bir gezegen değil. Gezegende doğal yollarla çocuk yapılmıyor, "üretilen" çocukların toplumda benimseyecekleri roller onlar doğmadan belirleniyor. Kal-El, yani Superman, yüzyıllar sonra Krypton'da doğal olarak dünyaya gelmiş ilk çocuk. Krypton yok olmadan önce, gezegenin yönetiminden memnun olmayan ordu generali Zod bir darbe teşebbüsünde bulunuyor ve gezegenin en büyük suçlarından birini işleyerek konsül üyelerinden birini öldürüyor.
Clark Kent de, içinde yaşadığı toplumun kendisini nasıl karşılayacağından emin değil. Bu yüzden kimliğini uzunca bir süre gizliyor, ancak Zod, onun Dünya'da olduğunu öğrenip gezegeni tehdit edince insanlara teslim oluyor. Giydiği Superman kostümü, kendini bir kahraman, kurtarıcı olarak gördüğünden değil. O kostüm, Krypton vatandaşlarının zırhlarının altına giydikleri sıradan bir kostüm ve Superman'in kahramanlığından çok nereden geldiğine işaret ediyor. Göğsündeki "S" de yine gezegenin simgelerinden biri ve "umut" anlamına geliyor. 


Tüm bunların yanı sıra, Man of Steel'in bir başarısı da Clark Kent ve Lois Lane arasındaki ilişkiyi işleme biçimi. İlk franchise'da Lois ne kadar başarılı, aklı selim bir gazeteci olarak çizilse de Superman'in karşısında devamlı ayılıp bayılıyordu. Ayrıca tüm zekasına rağmen Superman ve Clark Kent'in aynı kişi olduğunu çözmesi epey bir vakit alıyordu. (Bu arada bu konuyu Man of Steel'in ikinci filminde nasıl işleyeceklerini çok merak ediyorum. Umarım yine "Gözlüklerle tamamen tanınmaz birine dönüşüyor" masalına maruz bırakılmayız.) Amy Adams'ın Lois Lane'i çok daha ayakları yere basan, insanı izlerken utandırmayacak bir Lois Lane. Clark Kent'in sırrını ilk kez o çözüyor ve buna rağmen onu afişe etmiyor. Gezegenini ve Clark'ı kurtarmak için uzaylılarla karşı karşıya gelecek kadar cesur ve onları alt edecek kadar zeki. Tabii yine birçok kez Superman tarafından kurtarılıyor, ancak aralarındaki ilişki tamamen eşit ve adil bir ilişki. Bunu görmek, kadın-erkek ilişkilerinin son derece problemli çizilmeye devam edildiği günümüz popüler sineması adına beni çok mutlu etti. Filmin sonunda Clark Kent, diğer uyarlamalardan bildiğimiz üzere The Daily Planet gazetesinde çalışan Clark Kent'e dönüşüyor. Onun sırrını Lois'in nasıl taşıyacağı, aralarındaki dinamiğin nasıl olacağı da, bundan sonraki film için bir merak unsuru. 
Ağırlıklı olarak hikayeye odaklandım, farkındayım, ama oyunculara da hakkını teslim etmek lazım. Henry Cavill, Superman rolü için gerçekten karakterinin insan olmadığına inandıracak kadar fiziğini değiştirmiş. Böyle bir değişimin nasıl bir çalışma gerektirdiğini düşünmek bile istemiyorum. Diğer tüm rollerde de çok ve büyük ödüllü isimler var. Lois Lane'i Amy Adams, Superman'in babası Jor-El'i Russel Crowe, Dünya'lı babasını Kevin Costner, Dünya'lı annesini Diane Lane, bu filmin kötüsü General Zod'u ise Michael Shannon canlandırıyor. Daha burada sayıp kafanızı şişirmek istemediğim başka birçok rolde de hep tanıdık ve başarılı isimler var. Bu da filmin çıtasını gerçekten çok yükseltiyor. Ben özellikle Michael Shannon'ın General Zod portresinden çok etkilendim. Shannon kendi jenerasyonunun en iyilerinden, hatta belki endüstrisinin en iyilerinden, ama nihayetinde bir çizgiroman uyarlamasında böyle bir performans sergilemek çok az oyuncunun harcıdır diye düşünüyorum. Sırf onun için bile izlenir Man of Steel. Ama siz yine de bence tüm bu bahsettiklerim, Henry Cavill'in "insan olamaz" güzelliği :) ve Hans Zimmer'ın şahane besteleri için de izleyin!
Follow on Bloglovin
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...