31.10.13

Şarkını Söylediğin Zaman: İnci Aral'dan Cinsiyetçilikle Klişe Arasında Bir Roman

Beğenmediğim şeyler üstüne Her Şey Aydınlandı'da yazmak çok adetim değil aslına bakarsanız. Bunun belli başlı birkaç nedeni var ama başında burayı olabildiğince pozitif tutmak istemem ve zaten beğenmediğim bir şeye daha fazla zaman ayırmak istememem geliyor. Ama bazen öyle şeylerle karşı karşıya kalıyorum ki, kültürel ürünlerin alıcı tarafında yer alan biri olarak üzerimde bazı şeylerin dillendirilmesine katkıda bulunma sorumluluğu hissediyorum. İnci Aral'ın 2011'de yayınlanan romanı Şarkını Söylediğin Zaman da ne yazık ki böyle bir ürün.

Bu sıkıcı bir girizgah biliyorum ama romanı tartışmaya başlamadan önce ona ulaşma sürecimi de yazacaklarımı daha iyi bir bağlama oturtacağını düşündüğümden özetlemek istiyorum. İnci Aral, Şarkını Söylediğin Zaman öncesinde lisedeyken okuğum Mor isimli romanı hariç aşina olduğum bir isim değildi. Lisenin de üzerinden epey bir zaman geçtiğinden kendisine ait, yazımına ait herhangi bir fikrim yoktu. Sadece çok okunduğunu biliyordum, o kadar. Şarkını Söylediğin Zaman'ı yayınlandığı dönem metroda, dolmuşta çok sayıda kadının elinde görünce keşfettim ve bunun üzerine merakla satın aldım. Çok kitap alan, okuma hızı alma hızına yetişmeyen ve içinde bulunduğu hissiyata göre okuyacağı kitabı seçen bir okur olduğumdan da geçtiğimiz iki sene boyunca elim kitaba uzanmadı. Geçtiğimiz hafta günümün büyük bir bölümünü toplu taşıma araçlarında geçireceğim bir gün yolda okuyacak kitap ararken Şarkını Söylediğin Zaman'ı hatırladım ve okumaya başladım.

Bu aşamada romanı olay örgüsünü öğrenmeden okumak isteyenleri uyarayım: Yazımın bundan sonrası bolca spoiler içeriyor! 
Şarkını Söylediğin Zaman 50li yaşlardaki Cihan ile 30larına yeni yaklaşan Ayşe'nin aşk hikayesini anlatıyor. 80 darbesi öncesinin çalkantılı siyasi olayları sırasında üniversite okumuş ve o dönemin şanssız bir çok parlak genci gibi hayatının önemli bir dönemi bu olaylardan etkilenmiş olan Cihan, yüksek öğrenimi için yurtdışına gitmiş, uzunca yıllar orada kalmış ve yurda yine bir üniversite bağlantısıyla dönüş yapmıştır. Eski dostlarla görüştüğü bir akşam yemeğinde kendisinden epey genç olan Ayşe ile tanışır. Bir yandan ülkeye dönüşün bir sonucu olarak üniversite döneminde yaşadığı karşılıksız aşkı Deniz'in hatıraları ile yeniden yüzleşir, bir yandan da Ayşe'nin cesur ilan-ı aşk'ı ile kendini hiç beklemediği anda yeni bir aşka yelken açmışken bulur. Ancak Ayşe ile tanışır tanışmaz yaşadığı o "tanıdık" hissin tek sebebi sadece ülkeye dönüşün getirdiği bir his değildir, Ayşe aslında Deniz'in kızıdır! Cihan ve Ayşe genç yaşta ölen Deniz'in hatırasıyla ayrı ayrı hesaplaştıktan sonra her şeye rağmen birlikte olmaya karar verirler. 


Bu Türk filminden hallice olay örgüsü, ne yazık ki Şarkını Söylediğin Zaman'ın tek falsosu değil. Deniz'in bir kızı olduğunu öğrendiğiniz andan itibaren o kızın Ayşe olduğunu zaten anlıyorsunuz. Beni en çok korkutan Cihan'ın Ayşe'nin gerçek babası çıkması olasılığıydı ki, neyse ki yazar bizi o felakete maruz bırakmamış. Gerçi ortaya çıkan durum yerine o olasılığı tercih edip etmeyeceğimden açıkçası çok emin olamıyorum, niye derseniz:
Roman, öncelikle arka kapağında ve çeşitli yayın organlarında karşınıza çıkan özetlerinde iddia ettiği gibi Cihan ve Deniz'in değil, aslında ağırlıklı olarak Cihan'ın hikayesini anlatıyor. Ayşe'nin hikayesi de ön planda elbet ama yazarın aslen Cihan'ın öyküsünü anlatmayı tercih ettiği çok belli. Deniz, romanda Cihan'ın öyküsüne hizmet ettiği ölçüde, kafası karışık, Cihan'dan ne istediği belirsiz, kayıp bir karakter olarak var. "Kırmızı Defter" bölümünde ölmeden önce sakladığı bir deftere yazdığı anılarında, karşımıza babaerkil bir ailede annesinin ezilmesine, aldatılmasına göz yumarak büyümüş, kendine biçilen anne, ev kadını, eş rollerinden kaçmak için ne yapacağını şaşırmış bir halde çıkıyor. Cihan'ın aşkına aslında o da ona aşık olmasına rağmen neden karşılık vermediği çok belli değil. Demin bahsettiğim rollere ait olamadığı için kimlik bunalımı yaşayıp evlenip boşandıktan sonra bile evde baba baskısı görüyor, ama biz "Cihan'a neden yüz vermedi. Ona ne dengesiz davrandı," gibi kaygıları önemsemeye zorlanıyoruz. Deniz, 26 yaşında evlenip boşanmış 1 çocuk annesi, darbe sonrası hapishanede yatmış bir kadın olarak hala "Babam ne der?" kaygısıyla, onun namus ve ahlak anlayışına cevap vermek zorunda kalarak yaşıyor. Hapishanede tecavüze uğramış, işkence görmüş. Sığındığı adamlar tarafından ya yüzüstü bırakılmış, ya da o adamlar öldürülmüş. Tüm bunları anlattığı defter, kendi kızı tarafından okunduktan sonra sırf Cihan'la başladıkları ilişkinin önünü kesmesin diye paramparça edilip çöpe atılıyor.



Ayşe ile Deniz'in arasındaki ilişki elbette çok sorunlu ve zayıf bir ilişki, dolayısıyla Ayşe'nin annesine öfkesi çok anlaşılır. Ancak yazarın Deniz'e karşı tutumu ne yazık ki anlaşılır, hatta inanılır gibi değil. Cihan da Ayşe de aralarındaki Deniz bağını çok kolay görmezden gelip aşklarına gönül rahatlığıyla devam edebiliyorlar. Ne Ayşe annesinin seviştiği, küçükken "Cihan Abi," dediği bir adamla birlikte olmaktan rahatsız, ne de Cihan.. Ayşe, Cihan'a yazar tarafından aralarındaki yaş farkına, Deniz'in kızı olmasına, Cihan'ın küçükken oyuncak aldığı bir çocuk olmasına rağmen, Deniz'in hayatı pahasına resmen bir tepsi üzerinde sunuluyor. Siz de okuduğunuz şey adeta bir ensest hikayesiymiş gibi bir mide bulantısıyla başbaşa kalıyorsunuz. Deniz'in intihar etmeden önceki son satırlarından biri: "Cihan, kızıma sahip çık sevgilim." 
Ayşe, annesinin eski sevgilisini, hatta ona aşık olarak öldüğü adamı, romanın son sayfalarında tıpkı çocukluğunda olduğu gibi "Cihan Abi" diyerek karşılıyor. Ve biz de bunda bir romantizm yakalamaya, Cihan Ayşe'ye "Büyümeni bekliyordum," derken duygulanmaya, hatta ağlamaya davet ediliyoruz. 
Ben, yazdıklarımdan da çıkarabileceğiniz gibi Deniz'in (ve hatta Ayşe'nin) Cihan'a kurban edilmesine, kalan tek hatırasının bile paramparça edilmesine, tüm sıkıntılarının "ne istediğini bilmeme"ye indirgenmesine, kendini açıkça gösteren psikolojik sıkıntılarının üzerine hiç gidilmemesine, çok ÇOK sinirlendim. Özellikle de tüm bu seçimleri yapanın, böyle bir hikayeyle iki kadını bir erkek aşkının geçmişleri değersiz objeleri olarak kurgulayanın, bir kadın yazar olduğunu bilmek, beni hem edebiyatımızın hem de bu toplumun cinsiyet algısının edebiyata yansımasının geleceği adına çok mutsuz etti. "Keşke okumasaydım," çok demem, genelde hiç olmasa merakımı tatmin ettiğime sevinirim en azından ama, keşke Şarkını Söylediğin Zaman'ı okumasaydım.

28.10.13

Dracula: Bram Stoker Klasiği Yepyeni Bir Uyarlama ile Televizyonda


True Blood, The Vampire Diaries, The Originals, Being Human ve eminim unuttuğum diğerleri, televizyondaki vampir kotasını doldurmaya yetmemiş olacak ki, bu sefer de NBC Bram Stoker klasiği Dracula'yı aynı isimle ekrana uyarlamaya karar vermiş. İlk bölümü geçtiğimiz Cuma yayınlanan ve fena da reyting almayan diziyi Dizi-Mag'de görünce öylesine, ne beklemem gerektiğini çok kestiremeden izledim ve son derece ortalama bir yapımla karşılaştım.
Öncelikle şunu söylemeliyim: Bram Stoker'ın eserini okumadım, o yüzden orijinaline ne kadar sadık bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorum. Ancak diziye dair okuduğum yorumlardan yola çıkarak en azından romandaki ana karakterleri (Dracula, Mina, Van Helsing, vs) ve belli hikayeleri koruduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan "Önce kitabı okuyayım"cıların diziye başlamadan önce bir düşünmelerinde fayda var :) İlk bölümün konusuna gelirsek.. 


İzbe bir mezarda uzunca bir süredir tutsak bulunan Dracula 1881 yılında yeniden uyandırılır. Viktoryen Londra'da Alexander Grayson ismiyle Amerikalı bir iş adamı kimliğini benimser ve dönemin güçlü zenginlerini rahatsız edecek bir buluşu büyük bir baloyla yüksek sosyeteye tanıtır. Amacı, kendisi zorla hapsedilmeden önce de zenginliği ve acımasızlığı ile bilinen gizli topluluk Order of the Dragon'ı buluşuyla parasız ve güçsüz bırakmaktır. Malikanesinde düzenlediği gösteri büyük bir başarıyla sonuçlanır ve tahmin ettiği gibi Dragon üyelerini son derece rahatsız eder. Ve Dracula, ölmüş karısına çok benzeyen  Mina Murray'le tanışır.
Mümkün olduğunca spoiler'sız tutmaya çalıştığım bu özet size sıkıcı, hikaye örgüsü de biraz damdan düşme geldiyse eğer, merak etmeyin sorun sizde değil: Dizinin ilk ve aynı zamanda pilot bölümü olan The Blood is the Life gerçekten de bu kadar sıkıcı ve damdan düşme. Dracula'nın uyanır uyanmaz neden böyle bir kimlik seçtiği, bir balo düzenlediği, ve de bu baloda insanlara buluşunu sergilediği ile ilgili açıklamayı ancak bölümün sonunda ve son derece heyecansız bir şekilde öğreniyoruz. Yani Dracula neredeyse 30 dakika boyunca motivasyonsuz, neyi neden yaptığı belirsiz, "yarım" bir karakter. Order of the Dragon'dan neden haz etmediği, onlara açtığı savaşın neden önemli olduğu gibi izleyiciye yapılması gereken önemli açıklamalar da bence yine zamanında yapılmayıp muhtemelen merak ve "şok" unsuru yaratması amacıyla bölüm sonuna bırakılmış. 


Dizinin ve ana karakterin iskeletini oluşturacak bu bilgiler eksik olunca da geriye kalan sadece zaman zaman kitsch'e varan bir abartı. Diyaloglar, Jonathan Rhys Meyers'ın yine "büyük" oynadığı Dracula'nın monologları, izlerken rahatsız edecek kadar abartılı. Söz konusu olan Dracula, dönem de 19. yy sonu olunca bu abartı aslında çok göze batmayabilir, dramatik etki için çok başarılı bir şekilde avantaja çevirilebilirdi; ancak dediğim gibi hikaye ve karakter örgüsündeki açıklar bunu ne yazık ki mümkün kılmıyor. Meyers, nüanslı performanslarıyla bilinen bir oyuncu olmadığından (bkz: The Tudors) böyle bir Dracula yaratması pek şaşırılası değil ve yer yer de olsa abartısına rağmen performansındaki heyecanla sizi yakalamayı başarıyor. Eğer dizi bu ilk bölümün acemiliğinden kurtulur ve kendini toparlayabilirse Meyers'ın performansı çok daha uygun bir ışıkta kendini gösterebilir diye düşünüyorum. Bu haliyle Jonathan Rhys Meyers'ın elindeki malzemeyle ancak bunu yapabildiği çok belli çünkü.
Dracula, bir NBC yapımı olduğundan, ilk bölümüyle Amerikan televizyonlarının ölü günü olan Cuma günü yayınlanmasına rağmen bile 5 milyon izleyiciye ulaşabilmiş. Okuduğum yorum yazıları çok parlak olmasa da Tumblr gibi heyecanlı izleyici yorumlarının ağırlıklı olduğu platformlarda kendine epey bir hayran edinmiş gibi görünüyor. Ben şimdilik (çok meraklıları dışında) diziyi önermemeyi ve kesin bir karara varmadan birkaç bölüm daha beklemeyi seçiyorum.
PS: Lucy rolündeki Katie McGrath Keira Knightley'ye şeytan ikizi olabilecek kadar çok benziyor! 

9.10.13

Witches of East End: Lifetime'dan Yeni Bir Cadı Dizisi

Konu supernatural olunca bende akan suların durduğunu bu blogu biraz kurcalayan herkes fark edecektir :) Lifetime'ın yeni dizisi Witches of East End'i de yine bu ilginin sonucu olarak büyük bir merakla izledim ve hakkında okuduğum tüm kötü yorumlara rağmen ortalama üstü bir ilk bölüm ile karşılaştım. 
Dizinin ilk bölümünü konuşmadan önce ansiklopedik bilgileri aradan çıkarmakta fayda var: Witches of East End, Melissa de la Cruz'un aynı isimli romanından uyarlama bir dizi ve bir cadı ailesi olan Beauchamplar'ın iki jenerasyonunun maceralarını konu ediniyor. Başrollerinde Julia Ormond, Madchen Amick gibi televizyonun alışık olduğu isimlerin yanı sıra Jenna Dewan-Tatum ve Rachel Boston gibi isimler var. Konusuna gelince.. Joanna Beuachamp, ölümsüz bir cadıdır ancak tıpkı kız kardeşi Wendy gibi henüz bilmediğimiz bir sebepten lanetlenmiştir: kızları Freya ve Ingrid, 30 yaşına gelemeden ölür ve yeniden hayata gelirler. Bu reenkarnasyon yüzyıllar boyunca kendini tekrarlayarak devam eder ve Joanna, kaderinden kaçmanın tek yolunu kızlarından cadı olduklarını saklamakta bulur. Ancak bu sırı saklamak, Beauchamplar'ı öldürmek isteyen bir düşmanın ortaya çıkmasıyla imkansız bir hal alır. 
Witches of East End'in bahsettiğim bu mitolojik arka planının yanı sıra tonuna çok hakim olan bir soap-opera da söz konusu. Yani entrika, drama ve de tabii ki soap-opera deyince olmazsa olmaz abartı aşk hikayeleri dizinin önemli bir parçası ve de benim şimdiye kadar okuduğum olumsuz yorumlar da hep bunlar üzerine yapılan yorumlar olmuş. Ancak dizinin yayınlandığı kanal (Lifetime) bu tür yapımlarla bilinen bir kanal olduğundan ve dizinin hedefi (bence) The Vampire Diaries, Charmed, Supernatural gibi dizilerin takipçilerine benzer sadık bir kitle edinmek olduğundan bence bunlar pek manalı eleştiriler değil. Karşımızdaki bir HBO, Showtime, hatta bir FOX yapımı bile değil, dolayısıyla kendini ciddiye almadan, ödül peşinde koşmadan eğlendirmekten başka bir amacı yok :) 



Bu gözle bakınca ben ilk bölümü ortalamanın üstünde ve son derece eğlenceli buldum. Beauchamplar'ın hikayesinin kesinlikle izleyiciyi ekran başında tutacak bir gizemi var. Özellikle Ingrid ve Freya'nın sürekli reenkarne olması hikayesini çok orijinal ve ilginç buldum. Aynı şekilde Ingrid ve Freya'nın doğa üstü güçlere bakışlarındaki ve de karakterlerindeki farklılık, buna paralel olarak Joanna ve Wendy arasındaki kızkardeş dinamiği yine dizinin artılarından.
Reytingler, Amerikan televizyonlarında rekabetin yüksek olduğu Pazar günü için dizinin iyi bir başlangıç yaptığını gösteriyor. Lifetime şimdilik Witches of East End'in ilk sezonu için 10 bölüm sipariş etmiş, bu da reytingler çok büyük bir düşüş göstermediği sürece en az 10 bölüm Beauchamplar ile birlikteyiz anlamına geliyor. Uzunca bir süre Charmed izlemiş, Witches of Eastwick, Practical Magic vb yapımları büyük bir keyifle izlemiş ve genel olarak cadı anlatılarını çok ilginç bulan biri olarak Witches of East End'in beni örneğin bir American Horror Story: Coven kadar tatmin etmeyecek olsa da çok eğlendireceğini düşünüyorum. Gittikçe standartları yükselen TV sektöründe ne kadar barınıp barınamayacağını ve kendine bir kitle edinip edinemeyeceğini de hep birlikte göreceğiz :)

Not: Benim gibi Wendy'yi nereden tanıdık bulduklarını hatırlayamayıp henüz IMDB'ye yolu düşmeyenler için Madchen Amick Twin Peaks'in Shelley'si! 

8.10.13

Spotify Nedir? Neden Kullanmalısınız?

Bu tür bir yazıyı Bloglovin' için yazarken aklımda böyle bir seri başlatmak yoktu aslına bakarsanız. Ancak Spotify'a öyle bir vuruldum ki hakkında yazmadan, tavsiye etmeden geçemeyeceğim.
Spotify, birkaç ay önce Facebook'ta yabancı arkadaşlarımın kullandığını görüp merak ettiğim bir programdı. Türkiye'den henüz ulaşılabilir olmadığını öğrenince de açıkçası ne olduğunu öğrenmek için çok çabalamamıştım. Yakın zamanda yine Facebook'ta bu sefer Türkiye'den arkadaşlarımın kullandıklarını görünce hemen gidip programı edindim ve yazımın başında da bahsettiğim gibi vuruldum, vu-rul-dum ve iddia ediyorum ki siz de vurulacaksınız! Peki nedir Spotify?
Spotify, 2008'de İsveç'te kurulmuş bir müzik stream programı. Bilgisayarınızda, tablet cihazlarınızda ve telefonunuzda kullanabiliyorsunuz. Digital Rights Management tarafından desteklenen bir hizmet sağlıyor, yani tamamen yasal. Ücretsiz ve Premium olmak üzere iki servisi bulunuyor. Ücretsiz versiyonunda birkaç şarkıda bir radyolarda olduğu gibi reklamlar oluyor, ancak radyodakine nazaran çok çok kısa reklamlar bunlar. Premium'da reklamsız ve kesintisiz müzik dinleyebiliyor ve şarkı indirebiliyorsunuz.
Peki nedir Spotify'ı Grooveshark'tan, Pandora'dan ve benzerlerinden ayıran? Öncelikle, Spotify'da ulaşamayacağınız sanatçı ve albüm neredeyse yok. "Neredeyse" diyorum çünkü sadece 10 gündür kullanıyorum ama bu sürede böyle bir durumla karşılaşmadım. Özellikle Grooveshark'ta zaman zaman karşılaştığım şarkının kesilmesi, geç yüklenmesi gibi bir durum kesinlikle Spotify'da yok. Yine Grooveshark'taki gibi tek tek şarkı seçip çalınanlar listesine atmak gibi bir durum da yok. Özellikle benim gibi albüm dinlemekten hoşlananlardansanız bir grubun albüm sayfasına girip play'e basmanız yeterli.
Benim için bunlar bile yeterince büyük artılar ama Spotify'ın alamet-i farikası bunlarla da sınırlı değil. Facebook hesabınız üzerinden kullandığınız bir program olduğu için isterseniz Facebook arkadaşlarınızın da neler dinlediğini takip edebiliyorsunuz. Dinledikleriniz Facebook'ta görünmek zorunda değil bu arada, o konuda tercih tamamen size kalmış :) Uygulama Bulucu'dan Last.fm'i seçtiğinizde, eğer Last.fm kullanıyorsanız şimdiye kadar dinledikleriniz üzerinden size tavsiyelerde bulunuyor ve Spotify üzerinden dinlediklerinizi Last.fm hesabınızda da görebiliyorsunuz. Pitchfork, NME gibi yayın ve müzik şirketlerinin uygulamalarını takip ettiğinizde de onların hakkında yazdığı ve yayınladığı albüm, şarkı ve sanatçıları dinleyebiliyorsunuz. Benim en çok bayıldığım özelliklerden biri de bu oldu açıkçası. Pitchfork'ta hakkında okuduğunuz bir albümü gidip indirmek gibi bir derdiniz yok Spotify'la örneğin, anında o albümü dinleyebiliyorsunuz.
Kısacası müziğe daha kolay ve sınırsız ulaşım açısından gerçekten inanılmaz başarılı bir program Spotify. Ofisine müzik arşivini taşımak zorunda kalmadan işte müzik dinlemek isteyenler, devamlı albüm, şarkı vs indirmek zorunda kalmak istemeyenler ve yasal bir şekilde müzik dinleyerek sevdikleri isimlere katkı sağlamak isteyenler için kesinlikle alternatifi yok. Herkese gözüm kapalı tavsiyemdir :)

Follow on Bloglovin

3.10.13

Kısa Kısa.. #2

Bunca zamandır varlığından bile haberdar olmadığıma çok yandığım Drop Dead Gorgeous, şahane bir komedi filmi. Amerika'nın kırsal eyaletlerinden birinde düzenlenen lise güzellik yarışması, o kasabanın tek heyecan kaynağıdır. Yarışmaya katılan kızlar kadar kızların aileleri ve kasaba sakinleri de, bu yarışmanın getireceği ortalama Amerikalı için sıradan ancak kendileri için önemli ve büyük kazançlar ile kafayı bozmuştur. Bu obsesyon cinayete kadar varır ve herkesin gerçek yüzü ortaya çıkar. Kirsten Dunst, Denise Richards, Kristie Alley gibi isimlerin baş rolde olduğu film, aynı zamanda Amy Adams'ın ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Belgesel formatında çekilmiş olması, yarattığı komik, absürd ama bir o kadar da gerçekçi durumlar, aynı zamanda önemli de bir Amerikan popüler kültürü eleştirisi sunuyor. Mutlaka izlenmeli! Çok, çok, çok iyi! 



Son zamanlarda izlediğim filmler arasında beni en fazla hayalkırıklığına uğratan film World War Z sanırım. Senaryosunun defalarca yeniden yazıldığı, stüdyonun ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmadığı vs vs gibi dedikodular film gösterime girmeden önce ortalıkta dolanıyordu, ama tüm bunlara rağmen böylesine ne olacağına karar veremeyen bir senaryo ile karşılacağımızı tahmin etmiyordum. Birden ortaya çıkan ve tüm dünyayı ele geçiren bir virüs (28 Days Later'a selam ola) insan nüfusunu tehdit etmektedir. Birleşmiş Milletler için çalışan Brad Pitt'in canlandırdığı Gerry Lane, bu duruma çare bulmakla görevlendirilir. Bu konuda tereddütleri olan Lane, ailesinin de tehlikede olması sebebiyle görevi isteksiz de olsa kabul eder. Sonrası da zombiler, vahşet, umutsuz gelişmeler, ama her şeye rağmen zafer.. Son derece klişe ve sıradan bu hikayeyi benzerlerinden ayırabilecek karakter donanımı ve arka plan hikayesi (Lane'in geçmişinde onu Birleşmiş Milletler'den uzaklaştıran şeyin ne olduğu örneğin) ne yazık ki yok ve Brad Pitt'in saçları bile filmi kurtaramıyor.



İtiraf etmeliyim ki, 80lerin en popüler gençlik filmlerinden Teen Wolf'a cevaben çekilmiş bu filmi izlemek için benim gereksiz merakıma sahip olmak gerekiyor :) Blake Lively'nin daha ünsüz kardeşi Robyn Lively'nin başrolde olduğu film, kült mertebesine ulaşmış ve bu mertebenin hakkını verecek kadar zor ulaşılır, ortalama bir film. Gösterişsiz ve inek Louise, okulda kimsenin ilgisini çekmeyen, futbol takımı kaptanı Brad'e aşık bir kızcağızdır. Bir gün bir başka cadıdan doğaüstü güçleri olduğunu öğrenir. Bildiğiniz, daha önce bin kez işlenmiş bir hikaye yani :) Filmin sonunda tahmin edebileceğiniz gibi Louise kuğuya dönüşüyor ve hayallerinin erkeğine kavuşuyor. "İzlemeyeyim ama azıcık da merakımı gidereyim," diyenleri şu videoya yönlendireyim ve VHS'den çekme bir kopyasının isohunt'tan bulunabileceğini de sözlerime ekleyeyim.



Freaks and Geeks'den beri Seth Rogen'a olan sevgim bir başkadır. James Franco ile kendisini daha önce çok çok komik Pineapple Express'te de izlemiş olduğumdan, bu ikiliyi tekrar birlikte izleme konusunda son derece heyecanlıydım. James Franco, Rogen, Jonah Hill, Jay Baruchel, Danny McBride ve Craig McRobinson'dan oluşan kadronun kendilerini canlandırdıkları bir kıyamet günü filmi fikri de, en baştan beri bana hep yüksek potansiyelli bir fikir gibi gelmişti. Tüm bu pozitif işaretlere rağmen film, bence potansiyelinin çok altında bir performans gösteriyor. En komik anları trailer'da zaten izleyebileceğiniz anlar (McBride'ın pek PG-13 olmayan bir sahnesi hariç) ve şakaların çoğunun bu oyuncuları iyi tanımayan, takip etmeyen ve haklarında çıkan haberleri bilmeyen izleyiciyi pek güldüreceğini düşünmüyorum. Yine de eğer bu isimleri takip ediyorsanız, sırf The Exorcism of Jonah Hill bölümü için bile izlenir.



Spielberg klasiklerinden Jurassic Park, gösterime girişinin 20. yılı dolayısıyla geçtiğimiz aylarda bu sefer 3D'de yeniden gösterimdeydi bildiğiniz üzere. Daha önce, TV'de parça pörçük izlediğim bölümlerini saymazsak, hiç izlemediğim bu filmi yeniden gündemde olmasını fırsat bilerek sonunda izledim ve de büyük bir hayalkırıklığına uğradım. Çocuklar ve yeniyetmeler için (filme en çok ilgiyi gösteren kesim için yani) neden çekici olabileceğini kestirebiliyorum, ama benim için ne hikayenin, ne karakterlerin ne de filmde yaratılan gerilimin hiçbir çekiciliği olmadı maalesef. O kadar ki, üçlemeyi izleme niyetindeydim, ama bu filmden sonra ondan da vazgeçtim. Çocuk istemeyen Alan Grant'ın Jurassic Park'ta yardım ettiği çocuklar nedeniyle baba olmaya ısınması hikayesini de çok altı boş ve garip buldum. Benim için filmin tek artıları Jeff Goldblum ve Seinfeld'in Newman'ı Wayne Knight'tı.  


Geçtiğimiz aylarda baş rollerinden Cory Montheith'in overdose'dan ölümüyle gündeme gelen Glee'nin hayatımıza kattığı en iyi şeylerden biri, kesinlikle Pitch Perfect'in sinemaya uyarlanmasının yolunu açması oldu. Evet, Pitch Perfect bir roman uyarlaması ve okul korolarını konu edinen işler arasında komedisiyle ön plana çıkıyor. En güzel tarafı da, Glee'den farklı olarak Amerikan lisesi klişelerinden uzak (Pitch Perfect üniversitede geçiyor) olması, ve kendisini ciddiye almaması. Anna Kendrick, True Blood'ın Sarah Newlin'i Anna Camp, bu filme kadar kendisini yeterince takdir etmediğim Avustralyalı komedyen Rebel Wilson ve de tabii ki Skylar Astin gibi müzikal tiyatroda deneyimli isimleri kadrosunda barındırması da cabası. İzleyin ve müzikal tiyatro seven tanıdıklarınıza mutlaka izletin!

Follow on Bloglovin
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...