11.9.14

Another Earth: Başka Bir Dünya Mümkün


Blogun hareketsizliğinden de tahmin edebileceğiniz gibi bu aralar tembelliğim üzerimde. Özellikle de izleme konusunda. Neden bilmiyorum, yeni şeyler izleme isteğimi bir şekilde yitirdim bu aralar. Hiçbir şey izlemiyor değilim ama bir şekilde eski performansımda da değilim ve izlediklerim de bende "Bunun hakkında kesin yazmalıyım!" hissini uyandırmadı bir türlü. Neyse, demeye çalıştığım şu ki, Mike Cahill'in yönettiği ve senaryosunu başrol oyuncusu Brit Marling ile birlikte yazdığı Another Earth beni o kadar etkiledi ki, tüm yapılacak işlere ve tembelliğe rağmen hakkında bir şeyler yazmak istedim ve de karşınızdayım. 
Another Earth 2011 yapımı bağımsız bir film. Adını ilk kez Sundance film festivalinde aldığı, aralarında Jüri Özel Ödülü'nün de bulunduğu ödüllerle duyurmuş. Konusuna gelince.. Güneş sisteminde Dünya'ya çok benzeyen bir gezegen keşfediliyor. Bu keşfin haberini MIT'nin astrofizik bölümüne kabulünü kutladıktan sonra sarhoş bir şekilde araba kullanırken alan 17 yaşındaki Rhoda, gökyüzünde beliren bu gezegeni izlerken kaza yapıyor ve 3 kişilik bir ailenin hayatının mahvolmasına sebep oluyor. Arabadaki anne ve çocuk hayatını kaybediyor, ünlü bir müzisyen olan baba John Burroughs ise komaya giriyor. Rhoda sarhoş araç kullandığı için 4 yıl hapse mahkum oluyor ve serbest bırakıldıktan sonra başarılı ve parlak bir öğrenci iken geleceği belirsiz eski bir suçlu olarak yaşamaya alışmaya ve iki kişinin ölümüne sebep olmanın verdiği suçluluk duygusu ile başa çıkmaya çalışıyor. 


Komaya giren John'un uyandığını öğrendikten sonra suçluluk duygusunu hafifletmek için ondan özür dilemeye karar veriyor. İkili Rhoda'nın bir türlü cesaret edip kim olduğunu söyleyememesi sayesinde arkadaş oluyorlar. Bu sırada, keşfedilen yeni gezegen Dünya'ya yaklaştıkça Dünya'ya şaşırtıcı derecede benzediği, tıpkı Dünya gibi bir uydusu olduğu öğreniliyor. Uzaya sivil seyahat hizmeti veren bir firma bir yarışma başlatarak kamuoyuna bu yeni gezegene giden ilk insanlar olmayı vaat ediyor. Suçluluk duygusundan, işlediği suçun ağırlığından ve yaşadığı hayattan kaçmanın yollarını arayan Rhoda da bu yarışmaya katılıyor. O hevesle bu yarışmanın sonucunu beklerken ve John'la vakit geçirmeye devam ederken "Dünya II" olarak adlandırılan bu gezegenle ilk iletişim kuruluyor ve de Dünya II'nin her anlamda Dünya'nın aynası, aynısı olduğu keşfediliyor. 
Rhoda ve John'un aynı olayın sonucu olarak yaşadıkları suçluluk ve yas yüzünden darmadağın olmuş hayatlarına ve kurdukları ilişkiye bu gezegenle ilgili öğrendiğimiz her yeni bilgiyle biz de yeni bir gözle bakıyoruz. Rhoda'nın suçluluk duygusu, bu ayna Dünya ile bir nebze hafifliyor ve "belki" bazı şeylerin bir başka dünyada farklı yaşanmış olma ihtimali, o farklı hayatı yaşayan diğer "ben"likle tanışma ihtimali, hepsinden de öte hataları, acıyı, başarısızlığı arkada bırakıp yeninin mümkün olduğu bir yere gitme ihtimali, en az Rhoda'yı olduğu kadar izleyiciyi de cezbediyor. Özellikle de gezegenler arası ilk iletişimin kurulduğu sahne ve de filmin son zamanlarda izlediğim en vurucu sahnelerden biri olan kapanış sahnesi var ki, insan "Benim başıma gelse ben ne yapardım?", ".. nasıl bir his olmalı?" diye düşünmeden, sorgulamadan ve de ister istemez ürpermeden edemiyor. 



Film de, tam da buna benzer bir sorgulamanın sonucu olarak, Cahill ve Marling arasında geçen "Evrende bir yerlerde senden bir tane daha olsa ve onunla tanışma şansın olsa ne yapardın?" diyaloglarından doğmuş. Bağımsız bir film deyince insan bütçenin stüdyo filmlerine nazaran çok çok küçük olduğunu elbette tahmin ediyor ama Another Earth'ün ne kadar kısıtlı bir bütçe ile çekildiğini daha iyi anlatabilmek için iki örnek vereyim: Cahill, akrabaları ve arkadaşlarından yardım alabilmek ve masrafları böylece minimuma indirebilmek için filmi doğup büyüdüğü Connecticut'ta çekmiş ve filmde neredeyse Brit Marling kadar çok görünen oyuncu William Mapother'in maaşı gün başına sadece 100$ imiş. Bütçenin azlığı elbette filmde, özellikle de kamera kullanımında kendini gösteriyor ama bunun dışında film senaryosunun bütünlüğü ve vuruculuğu ve de oyunculuklar sayesinde o kadar iyi ki, bu durum asla göze batmıyor. 
Dünya II'nin arka planda göründüğü sahneler o kadar göze hitap eden ve insanı etkileyen sahneler ki, çoğu negatif eleştiride altının çizildiğini gördüğüm dünyalar arası böyle bir konumlanmanın astrofiziksel sonuçlarının filmde irdelenmemiş olması, yani filmin bilimsel olarak inanılır olmaması beni gerçekten hiç rahatsız etmedi. Özellikle de böyle bir hikaye ve bu hikayeyle sorulan böylesine güzel sorular varken ben açıkçası suspension of disbelief'te hiç sıkıntı yaşamadım. Bilim-kurgu püristi değilseniz sizin de yaşayacağınızı sanmıyorum :) 
Son olarak: Cahill'in oyuncu kadrosunda yine Brit Marling'in bulunduğu ve de yine bir bilim kurgu olan yeni filmi I Origins'in bu ayın 19'unda gösterime gireceğini de hatırlatarak yazıma son veriyorum. 

29.3.14

Where the Wild Things Are / Vahşi Şeyler Ülkesinde: Maurice Sendak'tan Çocuk Öfkesi ve Hayal Gücü Üzerine


Maurice Sendak'ın picture-book klasiği Where the Wild Things Are, 2009 tarihli Spike Jonze uyarlaması sayesinde geçtiğimiz yıllarda epey popüler olmuştu hatırlarsanız. Picture-book düşkünlüğümden ve "Önce kitabı okuyayım," takıntımdan Spike Jonze'u çok sevmeme rağmen filmi izlememiş, her yerde kitabı aramış ve bulamamıştım. Tam bulamayacağıma ikna olmuşken kitap geçtiğimiz haftalarda e-book olarak elime geçti ve tesadüftür ki, Türkçe çevirisi geçtiğimiz günlerde Can Çocuk'tan Celal Üster çevirisiyle Vahşi Şeyler Ülkesinde ismiyle yayımlandı. Tüm bunların üzerine, bana da beklediğimden de çok sevdiğim ve özellikle çocuklar tarafından okunması gerektiğini düşündüğüm bu klasik hakkında birkaç kelam etmek düştü elbette :) 
Kitabın kahramanı Max, bir gün kurt kostümü giyip evi birbirine katar. Annesi de onun bu yaramazlıklarını onu odasına akşam yemeği yemeden göndererek cezalandırır. Öfkesi hala yatışmayan Max'in odası birden büyük bir ormana dönüşür ve Max, bir kayığa atlayıp vahşi şeylerin ülkesine doğru yola koyulur. Orada onları sindirir, onlardan da vahşi olduğunu kanıtlar, hatta onları odalarına aç gönderir. Ama evini özler, burnuna akşam yemeğinin kokusu gelir ve eve dönmeye karar verir. Döndüğünde hâlâ sıcak bir yemek odasında kendisini beklemektedir. 
İngilizcesi sadece 338 kelimeden oluşan bu kısacık, tanıdık ama tanıdık olmasına rağmen orijinal ve okuması çok keyifli hikâyeyi, Sendak 31 yaşındayken kaleme alıp resimlemiş. Kitabın "wild things"ine ilhamı veren, kendi ailesi gibi Polanya göçmeni olan, İngilizce bilmeyen, küçükken kendisine ve kardeşine "Seni yiyip bitiririm," gibi laflar eden, bakımsız ve hastalıklı uzak akrabaları olmuş. Max'in annesinin disiplini karşısında hissettiği öfkenin tasvirinde  ne kadar çocuk psikolojisini yumuşatmadan yansıtmayı seçen bir yetişkinin öngörüsü varsa, yine onun hayal gücünün ve oyunlarının gerçekliği algılayış biçiminde de bir çocuğun  bakış açısı var. Bu ikisinin bir araya geliş biçimindeki doğallık ve didaktiklikten uzaklık, Where the Wild Things Are'ı farklı ve unutulmaz kılıyor. 


Yayımlandığı 1963'te, öğretmenlerden ve ebeveynlerden çizdiği yaramaz çocuk, çocuğunu yemek yedirmeden odasına gönderecek kadar sinirli anne ve ne olduğu belli olmayan korkunç yaratıklarla dolu ülke tasvirleri sebebiyle büyük tepki gören, iki sene sansüre maruz kalan kitap, bu süre sonrasında eleştirmenlerden çocuk öfkesine yaklaşımı, farklı ekollerden okunmayan müsait çok katmanlı hikâyesi dolayısıyla büyük övgü toplamış. 1964'te ise çocuk kitapları kütüphanecilerinin verdiği bir ödül olan Caldecott Medal'a layık görülmüş. Kitaptan çocukları uzak tutmaya çalışan öğretmenler ise, çocukların bu kitaba büyük bir ilgi gösterdiğini, kütüphanelerde ısrarla bu kitabı aradıklarını fark etmişler. 
Where the Wild Things Are'ın böyle uç reaksiyonlara sebep olan hikâyesinin bir başka güzel tarafı, edebiyatta karşımıza sıklıkla çıkan yolculuk temasını çok kısa bir hikâye olmasına rağmen büyük bir başarıyla işlemesi. Max, öfkesine çözüm olarak çıktığı yolculukta, annesinin onun öfkesine çare olarak başvurduğu cezaların aynısını vahşi şeylere veriyor. Vahşi şeyler onu çok sevmelerine rağmen hem de. Ama yine de mutsuz oluyor, sıkılıyor. Annesiyle farkında olmadan kurduğu bu empatinin sonucu olarak eve dönmeye karar veriyor ve döndüğünde, odasında hâlâ sıcak bir tabak yemekle karşılaşıyor. Yolculuk her zaman olduğu gibi Max'in de bakış açısını değiştiriyor, annesini anlamasını ve ona olan sevgisini yeniden keşfetmesini, öfkesini yatıştırmasını sağlıyor. Kendi gerçekliğini, yaramazlıklarına, vahşi şeylere ve onlar üzerinde kurduğu egemenliğe tercih ediyor. 


Daha uzun yıllar boyunca, hem çocuklar hem de yetişkinler tarafından severek okunacağına inandığım bu kitabı, hazır Türkçeye çevrilmişken ve baskısı rahatça bulunurken mutlaka arşivinize ekleyin ve sevdiğiniz bir küçüğe hediye edin derim. Ben Türkçe çevirisini henüz okumadım ama hem bir de Türkçesinden okumak hem de şahane illüstrasyonlarına basılı kopyasından bakmak için sabırsızlanıyorum! 

13.2.14

The Fault in Our Stars / Aynı Yıldızın Altında

Young-adult kanser anlatılarından genellikle uzak durmaya çalışıyorum. Bunun da iki sebebi var: Kanser gibi neredeyse herkesin hayatında farklı ölçülerde iz bırakmış acı bir hastalığı çocuk-yeni yetme karakterlerlerin baş ettikleri ya da yenik düştükleri bir bağlamda okumak, izlemek beni gerçekten çok üzüyor. Ve çoğu young-adult hikayesi gibi bu anlatılar da romantize ediliyor, bu da zaten trajik olan bir hikayeyi daha da üzücü, insanı okurken parçalayan bir döngüye sokuyor ve "hastalık" mefhumuna özellikle de bu kitapların hitap ettiği yaş grubunun, bu şekilde yaklaşmasının sağlıklı olup olmadığı konusunda şüphelerim var.
Tüm bunlara rağmen şunu da söylemek lazım ki, kanser bir realite ve insan anlamlandıramadığı, nedenini bulamadığı ve çözemediği her şeye olduğu gibi bu illete de bir anlam, neden ve çözüm bulmak istiyor. O yüzden "sick-lit" denen bu türün ortaya çıkması, bu kadar popüler olması ve karşımıza kansere ya da ölümcül başka bir hastalığa yakalanmış, ama buna rağmen onları yenmiş ya da "anlamlı", "dolu" bir hayat / aşk yaşamış karakterler çıkarmasına şaşırmamak lazım.
Bu türün neredeyse en popüler ve en iyi yorumlar almış ürünlerinden John Green'in The Fault in Our Stars'ını, Türkçe'ye çevrilmiş adıyla Aynı Yıldızın Altında'sını, bu girizgahtan çıkarabileceğiniz üzere okumamak için çok direndim :) Ancak John Green'i kardeşi Hank Green ile birlikte yönettiği Youtube kanalında uzunca bir zamandır izliyor olmam ve bu kitabın bu anlamda benim için bir "başarı hikayesi" sıfatı da taşıyor olması, tüm bu saydıklarımın önüne geçti. Merak kediyi nasıl öldürdüyse beni de sağlam bırakmadı tabii ki. Neredeyse bütün kitap boyunca ağladım.. :-/
Peki nasıldı The Fault in Our Stars? Terminal kanser hastası Hazel'ın gözünden okuduğumuz roman, Hazel'ın yaşamının kanseri yenmiş Augustus ile tanıştıktan sonra nasıl şekillendiğini ele alıyor. Hazel, öleceğini bildiği için başta Augustus'tan uzak durmaya çalışsa da tahmin edebileceğiniz gibi ikili birbirine aşık oluyor. Gerisi, yine tahmin edebileceğiniz gibi, kimsenin kimse için dilemeyeceği bir trajedi.. Bu özete baktığınızda young-adult kanser anlatılarından çok da bir farkı yokmuş gibi görünen romanın en büyük farkı, hastalara, kansere yaklaşımında ve karakterlerinde. Öncelikle romanın ana karakterleri Hazel ve Augustus, genellikle orta yaşlı young-adult yazarlarının günümüz yeni yetmelerinin tüm karakteristik özelliklerinden arındırarak yazdığı yaşından olgun ve bir örnek karakterlerden çok farklılar. Hazel ve Augustus, onlarla karşılaştırıldığında öncelikle çok zeki ve çok bilmişler :) Neredeyse John Hughes'un karakterlerine yaklaşan bir şahsına münhasırlıkları var. Diyalogları da yine Hughes'daki farkındalık, komedi anlayışı ve de karamsarlıkla dolu. Bu anlamda bana yer yer çocuksu gelse de, sırf bende yarattığı bu reaksiyon, ve dili kullanımı (Hazel ve Augustus ne kadar büyük ve zekice laflar etseler de iki laflarından biri "like" ve "whatever" :) ) açısından kesinlikle hitap ettiği okur yaş grubunu iyi tanıyan ve anlayan bir yazarın elinden çıktığı çok belli.
Hazel ve Augustus, yine benzer romanlardaki karakterlerin aksine, kendi trajedileri kadar çevrelerindekilerin de onları sevmenin bir sonucu olarak yaşadıkları trajedinin son derece farkındalar. Toplumun "hasta"yı nasıl ötekileştirdiğinin ve çoğu kültürel ürünün kanseri nasıl çizmeyi tercih ettiğinin ve romantize ettiğinin de.. The Fault in Our Stars, ağırlıklı olarak bir aşk hikayesi olmasına rağmen kanseri tüm çirkinliği, tüm korkunçluğu ile ele alıyor ve romantizm uğruna ne karakterlerinin hastalıklarını ne de maruz kaldıkları davranışları görmezden gelmiyor. Aksine bunların üstüne gidiyor, benzeri romanların bunun tersi olan seçimlerini okurunun fark etmesi için elinden geleni yapıyor.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, kesinlikle aşkın ön planda olduğu bir kanser anlatısı olduğu için göz ardı edilmemesi gereken, John Green'in hem Youtube hem de yazınıyla son yıllarda yakaladığı başarıyı anlamada önemli bir yer tutan ve YA okuyucusu olmayan yetişkinlerin de yadırgamadan ve sıkılmadan okuyabileceği bir kitap The Fault in Our Stars. Başrollerinde Shailane Woodley ve Ansel Elgort'un olduğu film uyarlamasının fragmanı için ise buyurunuz:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...