Her sene ödül sezonunda popüler kültürü takip edenler aday filmlerin en azından birkaçını izlemeye çalışır. Bu çaba eğer sıkı popüler film takipçisi değilseniz de genelde bir-iki filmle sınırlı kalır, diğer filmler de ilerleyen senelerde izlenmeye mahkum olur, çoğu zaman da unutulurlar. Ben de tam bu kategoridenim çünkü canım bir şeyi çok izlemek istemiyorsa sırf Oscar'a/Golden Globe'a/BAFTA'ya aday diye (ne kadar o disiplinde olmak istesem de :) ) oturup izleyecek enerjiyi kendimde bulamıyorum. Bu sene arkadaşlarla Oscar ödül törenini beraber izlemeye karar vermiş olmamızın verdiği gazla her zamankinden daha çok aday film izledim ve bugün hakkında yazmak istediğim en iyi film kategorisi de dahil yedi dalda Oscar adayı Argo da bu filmlerden birisi.
Oyunculuktan yönetmenliğe geçiş yapmış Ben Affleck'in üçüncü yönetmenlik denemesi Argo, 1979 Amerika-İran rehin krizinde İran'da saklanan 6 diplomatın bir Hollywood filmi süsüyle CIA ajanı Tony Mendez tarafından İran'dan sağ salim kurtarılıp Amerika'ya getirilmesini konu ediniyor. Argo, bu Hollywood filminin ve de Ben Affleck imzalı filmin ismi :)
Amerika ve Amerika'nın Orta Doğu müdahaleleri hakkında söylenebilecek ve söylenmiş elbette çok şey var biliyorsunuz. Neyse ki Türkiye gibi Orta Doğu'ya hem coğrafya hem de kültürel olarak çok yakın ve de Amerika müttefiki bir memleketten olunca bu konuda dünyada egemen bakış açısından ve ötekileştirmeden daha farklı, daha bilinçli bir bakış açısı geliştirebilmek görece daha kolay (ve de gerekli) oluyor. Argo da bu bakış açısıyla izlediğinizde hem olduğundan daha da ilginçleşen, hem de insanı ödüle/övgüye layık görülen yönlerini sorgulamaya iten bir film.
Öncelikle film tabi ki bir başarı öyküsü, Mendez ucu ucuna da olsa İran'da sıkışmış ve hayatları her geçen gün daha da tehlikeye giren 6 diplomatı ülkeden sağ salim kurtarmayı başarıyor. Söz konusu olanın gerçeğe dayalı bir Amerikan başarı öyküsü olduğu da düşünülürse filmin bu başarıyı Amerikan filmlerinde görmeye çok alıştığımız "Başardık, çok çalıştık, bu iş nasıl yapılır herkese gösterdik, kötü adamları yendik!!" gibi bir kendini tebrik eden ve öven bir tonu olduğunu söylemek sanırım kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu sahneleri izlemek, ne kadar klişe ve -birazdan değineceğim gibi İran halkını ötekileştirme pahasına da olsa- beni de şaşırtmadı ve de açıkçası çok da rahatsız etmedi. Nitekim karşımızdaki bir Hollywood ve Ben Affleck filmi. Aksine, filmin "ucu ucuna başarı"nın ve biraz da kaderin altını çizen "Telefonu son dakikada açtı,", "Pilot son dakikada uçağı havalandırdı," gibi insanı filmin başına kilitleyen, filmin temposunu son derece yüksek tutan ve de tahmin ediyorum ki bu kadar çok izlenmesine neden olan kör göze parmak thriller halinden çok daha fazla rahatsız oldum. Bu hal izlediğim filmin derinlikli ve çok yönlü bir anlatı yaratmaktan bilinçli olarak kaçmış kolaycı bir Amerikan milliyetçisi film olduğu gerçeğini iyice gözüme soktu.
Filmin olay akışına hız kazandırmada seçtiği bu kolaycılık, filmi Amerikan milliyetçisi yapan tek unsur değil elbette. 6 diplomatın İran'dan kaçırılma öyküsü bu kadar ön plandayken 444 gün boyunca İran Amerikan konsolosluğunda rehin kalan 52 Amerikalının bu kadar göz ardı edilmesi beni açıkçası çok şaşırttı. Film, elbette ki bu kaçırılma öyküsünü işliyor ve ön planda tabi ki bu 6 diplomatın kaçırılması olmalı, ama bu topluluğun Tony Mendez'le olan tüm diyaloglarında bir kez bile bu 52 kişinin akıbetiyle ilgili soru sormaması, daha doğrusu filmin öykünün bu tarafını bir başarı hikayesi uğruna feda etmesi çok çok ilginç ve de kendi kendini tebrik etmeye meyilli Amerikan milliyetçiliği savımı ne yazık ki destekler bir seçim.
Tabii asıl Amerikan milliyetçiliği ve her tür milliyetçiliğin temelindeki ötekileştirme filmdeki İranlıların nasıl çizildiğinde yatıyor. Öncelikle, İran'ın Shah'ın kendilerine teslim edilmesi ve yargılanmasına izin verilmesi isteğinin ne kadar haklı bir istek olduğu, filmde sanırım bir kez o da rehin krizinin patlak verdiği ve anlatının zaten diplomatların kaderine odaklandığı bir anda zikrediliyor. Bu konuyla ilgili kimisi İngilizce demeç veren, kimisi de isyanlarda kameraya nefretle bakarken gösterilen şeytani, hatta "öcü" olarak çizilen İranlı kadınların ve de ne dediği anlaşılmayan dolayısıyla dilsiz, irrasyonel ve korkulanı simgeleyen, hepsi birbirine benzeyen kitlelerin bulunduğu sahneler ise izleyicide herhangi bir ilkel kabileyle ilgili bir belgesel izliyormuş hissi uyandırıyor. İranlılar filmde sadece bir korku unsuru olarak varlar, ve de Amerikalılar'a yardım eden tek İranlı Sahar ise filmin sonuna doğru karşımıza İran'dan Afganistan'a kaçarken çıkıyor. Buradan da çıkarmamız gereken sonuç sanırım Sahar'in iç işlerine müdahale edildiği için isyana başvuran, yani aslında zaten haksızlığa uğramış "ilkel" İran yerine "insancıl" Amerika'nın yanında olmayı tercih ettiği, "vahşi, barbar" İran'da barınamayacağı...
Tüm bunlar adı üstünde bir Hollywood filmi için her anlamda "fazla" detaya odaklı yorumlar diyebilirsiniz, haklısınız da aslına bakarsanız, ortada yeni hiçbir şey yok. Ancak, Türkiye'deki sahnelerinde bile Sultan Ahmet Camii ile Ayasofya'yı aynı binaymış gibi gösterecek derecede "bizden olmayan her şey birbirinin yerine geçebilir, önemli olan egzotik arka plan ve anlaşılmayanın yarattığı korku unsuru" bakış açısını benimseyen bir filmin bu kadar alkışlanması, ödüle boğulması, boğulacak olması dikkatten kaçmamalı diye düşünüyorum. Sadece heyecanlı bir film izlemek istemiş ve bu yazıya denk gelip morali bozulmuş olanlardan da şimdiden özür diliyorum :)