29.1.12

The Artist: 2012'de Sessiz Filmden Altın Çağa Geçiş

Bu ara hem Oscarların yaklaşması hem de izlemek istediğim filmlerin çoğunun aday gösterilmesinden dolayı internete düşmüş Oscar adayı filmleri izliyorum. Arkadaşlarım için de benzer bir durum geçerli ve dün onlardan biriyle yaptığımız konuşmada iyi filmlerin genelde ne kadar iç karartıcı olduğundan bahsettik. O bana Tinker, Tailor, Soldier, Spy'da ne kadar sıkıldığından bahsetti, ben de The Tree of Life'da içime sinmeyenleri buraya yazıyordum o an. Tüm bunların The Artist ile ne alakası var diyeceksiniz.. Alakası şu ki, The Artist, tıpkı Midnight in Paris gibi izlerken ve izledikten sonra sizi psikolojik olarak tüketmeyecek, son derece iyi vakit geçirtecek hatta güldürecek bir film. Üstelik bu "hafif" tonu güzelliğinden, zekasından ve performanslarından hiçbir şey kaybetmesine neden olmuyor; yeme de yanında yat bir durum kısacası! :)
Fransız yapımı film, Hollywood'un Hollywoodland olduğu 20ler sonunda geçiyor. Sessiz film starlarından George Valentin'in hayatında her şey mükemmel gidiyor, kariyerinin zirvesinde, alkışlar hiç peşini bırakmıyor, kıskananları, etrafında pervane olanları var. Kendisi de bunun farkında ve inanılmaz keyifli, bu keyif filmin ilk yarım saati boyunca size de bulaşıyor, o güldükçe siz gülüyor, köpeğinin ve aynı zamanda rol arkadaşının yaptıklarıyla da keyfiniz ikiye katlanıyor. Her şeyin böyle mükemmel gitmesi mümkün değil tabi ki. Valentin tam kariyerinin zirvesindeyken sesli filmler tek tük kendini göstermeye başlıyor ve Valentin'in hayatı alt üst oluyor.

Çünkü bu yeni formatın seyircisi eski starları "konuşurken" görmek istemiyor ve Valentin'in filmlerinde figüranlık yaparak kariyerine başlamış Penny Miller gibi yeni oyunculara gün doğuyor. Valentin bu yeni formatı kabullenemiyor, gururuna yenik düşüyor, bir yandan da Penny'ye aşık oluyor. Yani The Artist'in formatı sessiz film gibi içeriğindeki temalar da klasik filmlerdekiler gibi. Hatta bu gurur, aşk, şöhret üçgeni Türk filmlerini bile hatırlatır cinsten. Ancak bu size filmin sadece eski bir formatı yeniden ele alıp onunla 2012 yılında nostalji yapmaya çalışan bir film olduğunu düşündürtmesin. Artist, bu nostaljinin de ötesinde, kendi formatının çöküşünü işleyen, bu anlamda son derece metafiktif ve yaratıcı bir film. Örneğin, Valentin'in sesli filmlerin gelişi yüzünden yaşadığı kaygıyı gösteren, sadece kendisinin sesinin çıkmadığı sesli rüyasının filmde yer alması, filmin sonunda, yeni bir film çekilirken verilen sesli aranın filmin sesli tek anı olması.. Bunlar, çok yerinde, filmin hikayesine hizmet eden, çok zeki nüanslar. 


The Artist'ten bahsedip de oyunculuklarından bahsetmemek olmaz. Sessiz filmlerde oyunculukların önemi tartışma götürmez; ancak 2012'de çekilmiş bir sessiz filmde, bir Charlie Chaplin taklidine dönüşmemek gibi bir engeli de var The Artist'in ve film, bu engeli tereyağından kıl çekercesine bir doğallıkla aşıyor. Hiçbir sahne fazladan oynanmış değil, hiçbir mimik sizde bir skeç izliyormuşsunuz hissi uyandırmıyor. Bunların da üstüne eklenen, ele alınan dönem dolayısıyla filmlerdeki dans bölümü meselesi var ki, açıkçası benim en çok eğlendiğim sahneler bunlar oldu. Jean Dujardin ve Béreénice Bejo, tüm film boyunca öylesine eğleniyorlar ki dans ederken... Neredeyse tap dance'in çocuk oyuncağı olduğunu düşünecek oluyorsunuz! Aynı şey aralarındaki uyum için de geçerli. Kesinlikle ikisinin de başka işlerini izlemek, o ekrandan fışkıran enerjilerini başka işlerde de görmek çok isterim. 

Kısacası, böyle bir formatla parodiye dönüşmeden son derece başarılı bir iş ortaya çıkardığı, oyunculukları ve son derece eğlenceli tonu ile gözüm kapalı herkese tavsiye edebileceğim bir film The Artist. Sessiz film olması kesinlikle sıkılacağınızı düşündürtmesin, hatta imkanı olanlar sinemada izlesin, bir daha böylesine iyi bir sessiz filmi sinemada izleme şansı bulamayabiliriz nitekim :) 

The Tree of Life: Malick'ten Evren, İnanç, Baba-Oğul İlişkisi ve Daha Fazlası Üzerine


Terrence Malick sinemasına aşina değilim; filmografisine baktığımda da sık film çekmediğini, en son işinin 2005'te (The New World) vizyona girmiş olduğunu görüyorum. Dolayısıyla eğer film kurdu değilseniz adını benim gibi duymamış olma ihtimaliniz yüksek. Bu durum, Cannes'dan beri basında dönen filmle ilgili yorumları da okumadıysanız tamamen yargısız bir şekilde bu filme yaklaşmanızı sağlayabilir, ki açıkçası benim için öyle oldu ve bu yargısızlığın böyle bir filme objektif olarak bakabilmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ne yazık ki bazen bir filmin ya da eserin yaygarası kendisinin önüne geçebiliyor ve ne o işe adam gibi bakabiliyor ne de farklı şartlarda o işten alabileceğiniz zevki alabiliyorsunuz.
Tree of Life, 50ler Amerika'sındaki orta sınıf O'Brien ailesinin hikayesini oğul Jack'i odak olarak işliyor. Bu hikayenin belli düğüm noktalarına paralel olarak evren ve gezegenin geçmişi ile inanç/din/tanrı meseleleri de herhangi bir linear anlatı kaygısı güdülmeden hikayeye dahil oluyor, hikayenin katmanlarına eklemleniyor. O'Brien'ların duaları, iç sesleri ve birbirlerine söyledikleri zaman zaman dinozorların ya da kara deliklerin, gezegenlerin görsellerine karışıyor. Zaman zaman da, Jack'in çocukluğu ve ergenliği üzerinden ailenin günlük hayatını, babanın kendi hayatının aldığı yön ile ilgili hayal kırıklığını evine nasıl yansıttığını, buna karşılık ise annenin sessiz kabullenişini izliyoruz.
Bu özete, yani elimizdeki görselden arınmış malzemeye baktığımızda Tree of Life, 50ler Amerikan orta sınıfı temel alan bir dram gibi duruyor. Yani, kendi potansiyelini hayatına taşıyamamış mutsuz, mutsuzluğunu çocuklarını terbiye/disiplin ederek onların hayatlarının kendisininki gibi olmamasını sağlayarak aşacağını sanan korkunç bir baba, bu babanın karşısında öfke patlamaları yaşayan oedipal bir oğul, oğullarını babanın gazabından korumaya çalışan ve çok iki boyutlu bir anne ve acımasız 50ler ekonomisinde ayakta kalmaya çalışan bir aile... Bu hiçbir tarafıyla kulağa orijinal/heyecan verici gelmeyen hikaye anlatılmaya değmez değil elbette. Önemli olan hikayenin nasıl anlatıldığı ve Malick Tree of Life'ta hikayeden çok bununla ilgileniyor.


Jack'in anılarını onunla birlikte tecrübe etmeye seyirci olarak ne kadar yakınlaşabiliyorsak o kadar yakınlaştırıyor bizi Malick. Çekimlerde, kameranın davranışında, kompozisyonlarda hep o andaki başına buyrukluğu, olağanlığı yakalamaya yönelik bir çaba var. Ama Dogma'daki gibi bir yalınlığı/yapay olandan soyunmayı aklınıza getirmesin bu. Her ne kadar Malick ve sinematograf Lubezki bu film için Dogma'yı hatırlatan bazı parametreler (yapay ışıktan kaçınma örneğin) belirlemiş olsalar da, oyuncusuz çoğu sahnenin tasarlandığı, tasarlanmayanların da şiirsel olduğu için oyuncu performansına tercih edildiği çok belli. Bu durum kendi başına negatif bir unsur yaratmasa da, Jack'in yetişkin halini canlandıran Sean Penn'e ait sahnelerin çoğunda kendini gösteriyor. Sean Penn'in tüm sahneleri, "Jack'in babası ile olan ilişkisi yetişkin hayatını şekillendirmiş ve onu mutsuz bir birey kılmıştır," önermesi için çekilmiş gibi. Penn'in Le Figaro'ya verdiği bir röportajda söyledikleri de bunu destekler nitelikte. Penn, daha geleneksel bir anlatının filme etkisini kaybettirmeden hikayesini anlatmada yardımcı olabileceğini, filmin bu halinde kendisinin hikayeye ve hikayenin bağlamına bir katkısının olmadığını düşündüğünü söylemiş. 


Penn'in oyunculuğuna yani Jack'in yetişkinliğine olan bu yaklaşım aslında sadece ona ve karakterin bu durumuna özgü değil. Tree of Life, geleneksel Hollywood sineması araçları ile hikaye anlatmaktan çok daha fazlasına kalkışan bir film. Emmanuel Lubezki, Malick'in filme yaklaşımı ile ilgili "Sinematografi bir performansı ya da diyaloğu görsele taşımak için değil, bir koku ya da parfüm gibi tonlarca anıyı izleyene hatırlatmak için kullanılır," demiş, ki bence Tree of Life'ı ve onu izleme deneyimini en güzel özetleyen de bu. Dolayısıyla Oscar için geçtiğimiz Cannes'dan beri büyük bir kampanya yürüten Brad Pitt'in ya da bence Pitt'in de önüne geçen Jessica Chastain ve Hunter McCracken'in performansları ile adaylık bile almamaları hiç şaşırtıcı değil. Tıpkı filmin adaylık almasının şaşırtıcı olmadığı gibi. Çünkü Tree of Life, oyuncu performansını tamamlayan senaryosu ve yönetmenliği ile değil, yönetmene ve sinematografına en iyi malzemeyi sunan ve bunun üzerinden izleyicisine tek bir hikaye anlatmaya değil kendi hikayesini hatırlatmaya ve farkında olmadan da olsa onda hayranlık uyandırmaya çalışan bir film. Tamamen görsel, son derece etkileyici ve açıkçası uzun vadede başyapıt mı odaksız ve deneysel bir çaba mı olarak görüleceği pek belli olmayan ama defalarca izlenesi bir film kısacası karşımızdaki. Keşke çok daha fazla film aynı anda bu kadar çok soruya, kararsızlığa itebilse ve izleyicisine bu kadar çok -belki de gereksiz- güvenebilse. 

15.1.12

Episodes: Friends Mezunu Matt LeBlanc Usülü İngiliz Komedisi



Friends gibi TV tarihinin en başarılı işlerinden birinde yer aldıysanız, o işin adınızın önünde adeta bir sıfata dönüşmesi kaçınılmaz. Friends cast'ından bu sıfattan şimdiye kadar kaçabilen sadece Jennifer Aniston oldu; ama onunki de başarılı bir kariyerden ziyade Brad Pitt'le olan evliliği ve malum magazin basını malzemesi özel hayatı ile ilgili bir durum. Dolayısıyla, böyle başarılı bir projenin CVnizde bulunması büyük bir şans olduğu kadar büyük de bir lanet. Hal böyle olunca da böyle işleri arkasında bırakmış isimlerin yeni projeleri bende her zaman büyük bir merak yaratmıştır. Jennifer Aniston ve Lisa Kudrow'un bağımsız filmleri haricinde, bu meraktan geçtiğimiz yaz Courtney Cox'un Cougar Town'ını izlemiş ve açıkçası son derece ortalama bulmuştum. Cast'tan karakteri 10 sezon boyunca en az gelişmeyi göstermiş Matt LeBlanc'ın sessiz sedasız başladığı dizisi Episodes'un Matt LeBlanc'a hem Emmy hem de  Golden Globe adaylığı getirdiğini okuyunca da her zamanki merakım ve Friends hayranlığım ağır bastı ve diziyi izlemeye başladım. 
İyi ki de başlamışım. Dizi, İngiliz komedi dizisi senaristleri  karı-koca Sean ve Beverly Lincoln'un Amerikalı bir yapımcının baskılarıyla Los Angeles'a gelip dizilerinin Amerikan versiyonu üzerinde çalışmaya başlamalarını konu ediniyor. Tabi ki İngiliz-Amerikan kültürü farkları, Amerika'nın son derece dejenere ve acımasız eğlence sektörü, Amerikan televizyonunun klişeleri gibi etkenler, Sean ve Beverly'nin İngiliz komedisi yani ironi ağırlıklı komediye dayanan dizilerini "ünlü komedyen", "Joey" Matt LeBlanc'ın başrolünde oynadığı ortalama bir Amerikan komedisine dönüştürüyor. Sean ve Beverly'nin dizisinin Amerikan pilot bölümünün çekimini izlediğimiz yedi bölümlük ilk sezon boyunca karı kocanın yaşadıkları çılgınlıklara, evliliklerinin sarsılmasına ve tabi ki Matt LeBlanc'ın yaşadığı son derece absürd TV yıldızı hayatına tanık oluyoruz.


Anlayacağınız üzere Matt LeBlanc dizide kendisini oynuyor. LeBlanc'ı oynadığı tek bir karakter üzerinden tanımlanan, yollarda dönüp "How you doin'?" diye bağırılan, çılgıncasına zengin, son derece sığ ve absürd-komik yani tipik bir Amerikan TV oyuncusu olarak çizen bu rol, çok büyük bir cesaret gerektiren bir rol. Öncelikle, hiçbir zaman Friends kadar başarılı olmayacak, küçük ama zeka işi böyle bir proje içinde kendinizle böylesine dalga geçebilmek açıkçası "başarısız" kariyerinizle yüzleşmeyi ve üzerinize yapıştırılan tüm sıfatları benimseyebilmeyi gerektiriyor, ki bu da şöhretin getirdiği egodan sıyrılabilmek demek. Dolayısıyla, sırf bunun için bile Matt LeBlanc açısından önemli ve takdiri hak eden bir proje bu. Diğer yandan, Amerikan TVsi için çok yaygın olmayan 30 dakikalık bölümlerden oluşan 7 bölümlük bir sezon, 10 sene boyunca TVde belli bir rutini takip etmiş, dolayısıyla izleyicisinin belli başlı beklentileri olan bir isim için çok rahat bir kariyer seçimi olmasa gerek. Bunun üzerine bir de ne kadar Amerikan TVsi için yapılmış olursa olsun İngiliz komedisi odaklı, Amerika'da tanınmayan İngiliz iki ana oyuncuyla dizinin odağını paylaşmak da cabası. 
Gerek dizinin konusu, gerek de saydığım bu özellikleri düşünülürse, Episodes Matt LeBlanc gibi bir oyuncu için çok büyük bir şans. Bu proje, LeBlanc'ın persona'sının altını oymaya hazır, cesur ve kendini ciddiye almayan bir oyuncu olduğunu kanıtlarken ortaya çok da başarılı anlatılmış bir hikaye çıkarıyor. Burada tabi ki, İngiliz oyuncular Stephen Mangan ve Tamsin Greig'in de hakkını teslim etmek lazım. Ağırlıklı olarak tiyatroda oyunculuk yapmış bu iki isim, Los Angeles'ın sığlığı, dejenerasyonu ve TV sektörü içinde alçak gönüllülükleri ve zekaları ile sırıtan, bir yandan da Amerika'nın sunduğu zenginlik karşısında  aralarına kara kedi giren karı koca rollerinde gerçekten mükemmeller. Her ne kadar dizi Matt LeBlanc'in Amerika'ya tanıttığı enteresan bir dizi olarak ön plana çıksa da, dizinin bu kadar başarılı bir izlenme yolculuğunun olmasında bu isimlerin çok başarılı oyunculuklarının etkisi çok büyük. Özellikle de sahne sürelerinin Matt LeBlanc'tan çok çok fazla olduğu düşünülürse. Aynı şekilde, şimdi ismini sayamadığım ama Episodes'daki oyunculukları yüzünden başka işlerine de mutlaka göz atmak istediğim yan oyuncular da gerçekten rollerinde çok başarılılar. 
Kısacası, Episodes, İngiliz komedisi seven, Friends seven, kısa ama çok eğlenceli yeni bir şeyler izlemek isteyen herkese tavsiyemdir ve bugün (bizde gece) gerçekleşecek Golden Globes'daki adaylığını sonuna dek hak ediyor. Her ne kadar Episodes'un karşısında The Bing Bang Theory ve 30 Rock gibi çok izlenen diziler olsa da, bu sene Matt LeBlanc'ın bu diziyle yapabileceği bir sürprize de hazırlıklı olalım derim ben :) 

Güncelleme: Matt LeBlanc gerçekten de bu rolüyle bir Golden Globe kazandı! İşte ödülüyle ilk fotoğraflarından biri: 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...