31.7.12

Snow White and the Huntsman: Bir Grimm Yorumu Daha

Amerika'daki yeni internet yasaları tartışmaları ve başta MegaUpload gibi paylaşım sitelerinin kapanması benim gibi internetten film takip edenleri fena vurdu. Çok yakın bir zamana kadar gösterime yeni giren -hatta bazen girmemiş- filmler için DVD kalitesindeki linkler bulmak mümkünken şimdi ne yazık ki CAM'e mahkum olacağız gibi görünüyor. En azından bu filmlerin DVDleri çıkana kadar..
Niye böyle bir girizgah yaptığıma gelince.. Snow White and the Huntsman, hem konusu, hem oyuncuları için ilk gösterime girdiğinde merak ettiğim bir film olmasına rağmen sinemada izlemeyi kaçırdığım, sonrasında da unuttuğum bir filmdi. Ancak geçtiğimiz hafta Kristen Stewart'ın Robert Pattinson'ı Snow White'ın yönetmeni Rupert Sanders ile aldatma skandalı patlak verince ve film tekrar gündeme düşünce bulabildiğim tek versiyon CAM olmasına rağmen filmi izlemeye karar verdim.
Neyse ki, indirdiğim versiyon izlenebilir çıktı da merakımın kurbanı olmamış oldum :)
Film, Grimm Kardeşler'in Snow White masalını, Angela Carter-vari bir yaklaşımla, Kraliçe'yi (filmdeki adıyla Ravenna'yı) erkek-egemen bir dünyada güzelliğini ve gençliğini silah olarak kullanan iktidar kaygılı bir karaktere dönüştürerek ele almış. Ravenna, Snow White and the Huntsman'da, Snow White'ın babasının krallığını onunla evlenip gerdek gecesi onu öldürerek ele geçiriyor. Annesi tarafından "fairest of blood" ile yapılan bir büyüyle genç ve güzel kızların gençliklerini çalma yeteneğine kavuşan Ravenna, bu yetenekle ölümsüz olmuş, kralları güzelliği, ordularını büyüsüyle yenmiş, gittiği her ülkenin toprağını kara büyüsüyle kurutmuştur. Sonu, büyülü aynasının da söylediği gibi kendisi de "fairest of blood" olan Snow White'ın elinden olacaktır. İşte bu noktada tahmin edebileceğiniz gibi hikayeye Huntsman da dahil olur. Filme Snow White da, ve tabi ki Kristen Stewart da bu noktada dahil oluyor.


Filmin bu noktasına kadar Kraliçe Ravenna'nın öyküsü, her ne kadar bazı boşluklar barındırsa ve izleyicinin bazı şeyleri bildiğini varsaysa da (Ravenna, genç ve güzel kızların gençliklerini büyüsüyle çalabiliyorsa neden Snow White'ın kalbine ihtiyacı var? Niye Snow White "fairest of blood"? vs vs.) filmin o kadar büyük bir bölümünü teşkil ediyor ki, ve Charlize Theron abartılı performansına rağmen Ravenna rolüyle kamera karşısında o kadar iyi ki, açıkçası bütün bir film bu kalibrede devam etse çok başarılı sayıp bağrıma basabilirdim. Ne yazık ki, Kristen Stewart Snow White olarak karşımıza çıktığı andan itibaren filmin bütün illüzyonu kırılıyor. 
Snow White, kendisine bir karakter olarak bağlanmamızı, dolayısıyla da hikayesine inanmamızı sağlayacak her türlü arka plan hikayesinden mahrum bırakılmış ve sadece "güzel" ve "iyi kalpli" olduğu için Ravenna'ya karşıt bir güç olarak çizilmiş. Bu nedenle filmde tamamen inandırıcılıktan yoksun. Bir de biliyorum çok kullanılan bir argüman, ama bu noktada altını çizmekte yarar var: Ravenna ve Snow White'ı güzellik kıstasından karşı karşıya koyacak ve izleyicilerinizden iyi olanı tercih etmelerini bekleyecekseniz, Kraliçe olarak Charlize Theron gibi bir kadını seçmek niye? Kristen Stewart, sırf Charlize Theron yüzünden bile bu filme 1-0 yenik başlıyor. 

Snow White'ın derinlikli bir karakter olarak çizilebilmesi için yeterli arka plandan yoksun olması, Huntsman ile olan ilişkisine de yansıyor. Sizi bilmem ama ben bütün film boyunca Huntsman'ın neden Snow White'a aşık olduğunu sorguladım. William'ın, (Snow White'ın çocukluk arkadaşının) hisleri, ortak geçmişleri dolayısıyla belki anlamlandırılabilir, ama Huntsman ile Snow White arasındaki iletişimin minimum seviyede tutulması, bana yine "Snow White o kadar güzel ki, tabi ki Huntsman ona aşık olacak," argümanına yaslanılmasından kaynaklanıyor gibi geliyor. Yedi cücelerin Snow White'a onun için hayatlarını feda edecek kadar bağlanmaları, William'ın aradan seneler geçmesine rağmen hala Snow White'a aşık olması gibi durumların, Snow White'ın filmdeki karakterlerle iletişiminin ne kadar az olduğu söz konusu olduğunda ne kadar absürd kaçtığını söylememe bile gerek yok sanırım. 


Ne yazık ki bunların yanı sıra bir de açıklanmayan ve körü körüne kabul etmeniz beklenen, bu sebeple de ne olduğunu anlamlandıramadığınız bir sürü detay var filmde. Ravenna'nın içinde banyo yaptığı beyaz sıvı mesela.. Bu sıvı, Ravenna'nın gençlik-güzellik takıntısından dolayı süt olarak mı algılanmalı? Peki sıvıdan çıktıktan sonra bembeyaz olmasına ne diyeceğiz, "Estetik olarak güzel görünüyor," mu? Aynı şekilde Snow White zindandan kaçtıktan sonra onu kumsalda bekleyen ata ne demeli? Kuşları, filmin sonlarına doğru elflerin yönlendirdiğini gördük, at için de mi aynı şey geçerli? En önemlisi.. Snow White'ın Huntsman tarafından öpüldükten sonra dirilmesini kimsenin açıklamamasına ne demeli? Sırf masalda Snow White prens tarafından öpüldüğünde uyanıyor diye (ki bu orijinal Grimm masalında olmayan bir detay) Snow White'ın dirilmesine ve geri dönmesine filmdeki karakterler de mi şaşırmayacak? 
Filmin bir devam filmi olacağı duyurusu stüdyo tarafından yapıldı ve başından beri oyuncular ve yönetmen bir devam filmi ihtimalinin farkındaydılar. Dolayısıyla bazı açıklanmamış noktaların devam filmlerine bırakılmış olduğu iddia edilebilir. Yine de bir Hollywood filminin senaryosunu devam filmine yaslaması ne kadar mantıklıdır? 
Grimm öyküsü Snow White ile ilgili söylenecek çok şey var ancak Rupert Sanders'ın Snow White and the Huntsman'ı Snow White'tan ziyade Ravenna'nın filmi ve görselliğine harcadığı enerjiyi senaryosuna harcamadığından çok çok iyi bir film olabilecekken ortalamanın üzerine geçemiyor. Charlize Theron ve Chris Hemsworth için belki izlenebilir ve Grimm'in Kraliçe'sinin nasıl ters-yüz edildiğine göz atılabilir. Ancak bunların dışında, benim gibi bir de bir magazin skandalından gaz almadıysanız, en kötü ihtimalle DVDsinin çıkmasını ve daha iyi bir versiyonun internete düşmesini bekleyin derim ben. 

24.7.12

Laura Marling'i Yeniden Keşfetmek


Aslında yazımın başlığı Laura Marling: Nasıl Başka Bir Şey Dinleyemez Oldum? da olabilirdi pekala (tabi öyle olsaydı ne kadar okumak isterdiniz bilemiyorum) çünkü gerçekten de kendisine yabancı olmamama ve Alas I Cannot Swim dönemlerinde çokça dinlememe rağmen, Marling, son birkaç günümü I Speak Because I Can ve özellikle de A Creature I Don't Know ile ele geçirdi. Bu ani Laura sevgisinin zamanlamasını neye bağlamak lazım bilmiyorum ama özellikle son iki albümü dinliyor oluşumun sebebi, bu albümlere biraz şans tanıyıp kulağımı Alas I Cannot Swim'den uzaklaştırınca hem sözleri, hem aranjmanları hem de enstrüman kabiliyeti açısından ne kadar başarılı, hatta Alas I Cannot Swim'den ne kadar iyi olduklarını görmem oldu.
Bu iki albüm beni bu kadar yakalayınca da, zamanında yapmadığım bir şeyi yaptım ve elimden geldiğince ilk albümünü yayımladığı tarihten beri verdiği röportajlarını okudum, canlı kayıtlarını dinledim/izledim ve karşımdakinin ne kadar büyük bir yetenek olduğuna açıkçası beklemediğim kadar çok şaşırdım. Kendisini tanımayanlar, ya da benim gibi hakkında önceden pek bir şey okumayanlar için kendisinin hayat hikayesinden bahsetmekte fayda var: Laura Marling 1990'da, Hampshire'da plak dükkanı sahibi bir babanın ve müzik öğretmeni bir annenin en küçük kızı olarak dünyaya geliyor. Müzikle içli dışlı hippie bir ailenin çocuğu olduğundan da Bob Dylan, Joni Mitchell, Neil Young gibi isimleri dinleyerek büyüyor. Gitar çalmayı babasından 6 yaşında öğrendikten sonra da Myspace'e koyduğu kayıtlarının müzik şirketlerinin ilgisini çekmesiyle 16 yaşında tek başına Londra'ya taşınıyor ve Londra'da o dönemlerde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan, içlerinde Noah and the Whale, Mumford and Sons ve Johnny Flynn gibi isimlerin de bulunduğu çok yetenekli bir nu-folk akımının parçası oluyor. Bu isimlerin çoğuyla birlikte sahneye çıkıyor. Hayat hikayesinde beni en çok şaşırtan da kendisinin özellikle ilk yıllarında bu kadar kalabalık bir toplulukla birlikte çalışmış ve turlamış olması oldu, çünkü Laura Marling'i sadece kayıtlarından dinleyince edindiğiniz birey izlenimi kesinlikle bir grupta çalar ya da söylerken düşünebileceğiniz bir birey değil. Sanırım bu izlenim de pek yanlış bir izlenim değilmiş ki, 18 yaşındayken Noah and the Whale'in Charlie Fink'i prodüktörlüğünde ilk solo albümü Alas I Cannot Swim'i yayınlıyor. 


Laura ve işbirliği yaptığı isimler meselesi, açıkçası biraz üzerinde durulması gereken bir mesele çünkü kendisinin içinde uzun süre bulunduğu bu toplulukta yine müziğinden asla çıkaramayacağınız kadar çalkantılı bir geçmişi var :) Laura Marling, Londra'ya ilk taşındığı zamanlardan Alas I Cannot Swim'in prodüksiyon ve yayınlanma dönemine kadar Noah and the Whale ile sahneye çıkmakla kalmamış, grubun asıl kişisi Charlie Fink ile de birlikteymiş. Kendisinin görece daha yakın zamanlarda verdiği röportajlara da bakınca Alas I Cannot Swim döneminde, şarkı sözlerinden videolara kadar Charlie Fink'in çokça etkisi altında olduğunu kendi ağzıyla kabul ettiğini görüyoruz. Charlie Fink'tan ayrıldıktan ve hemen sonrasında Marcus Mumford ile birlikte olmaya başlayınca da karşımıza bambaşka bir şarkı yazarı çıkıyor. Burada, Charlie Fink ile ayrılığı konusunu celebrity gossip'e kaçmak pahasına da olsa biraz açayım: Laura Marling, Charlie Fink'i uzun süre birlikte çaldığı Marcus Mumford için terk edince Noah and the Whale ile Mumford'un bağları tamamen kopuyor ve Charlie Fink, Noah and the Whale'in Mercury adayı ikinci albümü The First Days of Spring'i tamamiyle Laura ile ayrılığı üzerine kurguluyor. Dolayısıyla da, Laura Marling uzunca bir süre İngiltere  müzik haberlerini beklenmedik bir şekilde özel hayatıyla meşgul ediyor. The First Days of Spring'in sözlerine çok az bir göz atınca ve ne kadar kişisel ve zaman zaman sizin utanmanıza neden olacak kadar cheesy olduğunu görünce açıkçası bu duruma pek şaşırmamak lazım. 
I Speak Because I Can, her ne kadar Marling tarafından sonraları Ryan Adams, Ray LaMontagne gibi isimlerin de prodüktörü olan Ethan Johns'un etkisinin ön planda olduğu bir albüm olarak adlandırılsa da karşımıza kendi deneyimlerini arkatipler, mitolojik karakterler, edebi referanslar üzerinden anlatan, gitarda çok daha gelişmiş bir şarkı yazarı çıkarıyor. Gerçekten de Alas I Cannot Swim'e hatta daha öncesine, New Romantic'e mesela, baktığınızda gördüğünüz kadınla bu albümdeki ve A Creature I Don't Know'deki kadın arasındaki farka inanmak gerçekten çok zor. Tabi bunu Laura Marling'in yaşını göz önünde bulundurduğunuzda sadece "büyümek" ile de açıklamak mümkün. Her ne kadar 16 yaşından beri aktif olarak müzik dünyasının içinde bulunan, bazen sırf yaşı yüzünden kendi konserine girmesi yasaklanan Marling, doğal olarak yaş konusunda aldığı yorumlara skeptik yaklaşıyor. Buna da pek şaşmamak lazım çünkü karşımızdaki iki kez Mercury ödülüne aday gösterilmiş, her albümü bir öncekinden daha iyi addedilmiş, Neil Young ile turlamış 22 yaşındaki bir kadın.
Onun bu yaşından beklenmeyecek başarısı A Creature I Don't Know'da da kendini gösteriyor. Daha önceki iki albümüne nazaran çok daha izole, Marling'in mutfağında tavandan sarkan bir mikrofonla demolanmış ve 10 günde kaydedilmiş bu albüm, kesinlikle I Speak Because I Can'den çok daha sade, içine girmesi biraz daha zor bir albüm. Ancak, ne bir erkek arkadaş (I Speak Because I Can'de Charlie Fink'in Blue Skies'ına cevaben yazılmış bir Blackberry Stone isimli bir şarkı var ve Marcus Mumford'un vokalleri sıkça duyuluyor) ne de bir prodüktör etkisi taşıyan bu albüm, hiçbir şeyi için olmasa bile sözlerinin mükemmeliği ve referansları için dinlenebilir. Sıkı bir Steinbeck hayranı olan Marling, Steinbeck'in karısına duyduğu kendi deyimiyle "obsesif" meraktan etkilenerek "Salinas"ı yazmış. Salinas, Steinbeck'in doğumyeri olmasının yanı sıra karısıyla da mezarlarının bulunduğu Amerika'da bir bölge. Albümün ilk single'ı "Sophia" ise Robertson Davies'in The Rebel Angels'ından etkiyle, Yunan bilgi tanrıçasına göndermeyle yazılmış. Sizi bilmem ama bu şekilde bir yaratım süreci, beni devamlı kendi deneyimlerini tüketen bir yaratım sürecine nazaran daha çok daha heyecanlandırıyor. I Speak Because I Can ve A Creature I Don't Know bir ölçütse eğer, karşımızdaki her albümde daha da evrilen bu genç kadından folk müzik adına heyecan verici işler beklemeye devam edebiliriz. 
Laura hakkında söylenecek daha çok şey var ama bu yazıyı daha fazla uzatmayayım ve sizi A Creature I Don't Know'un açılış şarkısı The Muse'un canlı bir kaydıyla baş başa bırakayım istiyorum:

22.7.12

The Talented Mr Ripley: Doksanlar Sonundan Modern Bir Klasik

Doksanlar, muhtemelen her türlü deneyimin larger-than-life yaşandığı çocukluk & ergenlik yıllarıma denk geldiğinden, benim için hep olduğundan güzel hatırladığım bir dönem olmuştur. Dolayısıyla, bu dönemde izlediklerimi, dinlediklerimi, yaşım ilerledikçe hep yeniden izlemek, dinlemek, o zaman sevdiğim, beğendiğim gibi/kadar iyi olup olmaduklarını tekrar görmek istemişimdir. O dönemde kaçırdıklarımı da mutlaka yakalamak... Cruel Intensions, o zaman hakkında bir sürü şey okuyup, izleyip kendisini kaçırıp sonradan izlediğim filmlerdendir mesela, Clarissa, Buffy de tekrar izlediğim dizilerden. The Talented Mr Ripley de izleyemediklerimdendi ve sevinerek söylüyorum ki, ergen bünyemin o vakitte muhtemelen anlayamayacağı kadar mükemmel bir film çıktı.
Öncelikle, film yazılarımın neredeyse hepsinde yaptığım gibi konusundan biraz da olsa bahsetmek istiyorum; ancak bu sefer bunu yapmaktaki amacım yazımı filmi izlemeyenler için de çekici yapmaktan öte şu: The Talented Mr Ripley, sadece kurgulanışı, iyi oyunculuğu, iyi sinematografisinin de ötesinde çok ilginç bir konuya sahip. Filme adını veren Tom Ripley, New York'ta yaşayan bir otel çalışanıdır. Otele gelen ziyaretçilerin paltolarını fırçalar, bahşişini alır. Dışardan bakınca, tek bir yeteneği var gibi görünür, o da piyano çalmaktır. Bu yeteneği sayesinde bir gün, normal şartlar altında bulunamayacağı kadar yüksek sınıftan bir topluluğa karışır ve burada Bay ve Bayan Greenleaf ile tanışır. Greenleafler paraya para demeyecek zenginlikte bir ailedir ve tek dertleri İtalya'da baba parası yiyerek hayatını çarçur eden oğulları Dickie'nin Amerika'ya geri dönmesini sağlamaktır. Oğullarıyla aynı okuldan mezun olduğunu sandıkları Tom'a gözleri kapalı bu görevi verirler. Hayatında hiç görmediği bir meblağ cebine koyulup kendini Avrupa'da bulan Tom'un ve tanıştığı insanların hayatını bundan sonra çok çarpıcı değişiklikler beklemektedir.
Bu kadarlık bir konu özeti size "bunun neresi ilginç?" dedirtebilir. Spoiler vermemeye çalışarak sadece şunları da ekleyeyim o halde: Tom Ripley, iyi bir piyanist olmasının yanında çok daha tehlikeli yeteneklere sahip bir genç. Öncelikle, çok iyi, hatta alışkanlık olarak yalan söyler. İnsanların seslerini, el yazılarını, imzalarını taklit edebilir. Dick Greenleaf ve sevgilisi Marge ile tanışıp onların hayatlarına sızdıktan sonra bu yetenekleri ile onlara kendini sevdirecek ve hatta sınıf atlama saplantısı yüzünden hayatlarını mahvedecektir. 
Patricia Highsmith'in aynı isimli romanından uyarlama film, 50ler Amerika'sı ve İtalya'sında geçiyor. Dolayısıyla da dönem filmleri meraklıları için kostüm ve mekan açısından tam bir hazine. Jude Law, Gwyneth Paltrow, Cate Blanchett ve Philip Seymour Hoffman, yardımcı rollerde gerçekten mükemmeller. Ancak tabi ki ana karakter olmasından ve konunun Ripley'nin hastalıklı psikolojisine odaklanmasından dolayı filmin asıl yükü Matt Damon'da. Ripley'nin saplantılarının ve bu saplantıların yarattığı trajik durumlardan kurtulma yollarının sahneye yansıdığı durumlar özellikle, bana çok daha yakın zamandan bir yapım olmasına rağmen Perfume: The Story of a Murderer'ı hatırlattı. Perfume'daki karakterin toplumsal motivasyondan yoksun saykosis'i, Talented Mr Ripley'de çok daha insancıl motivasyonlarda kendini gösterse de, izleyicide yarattığı tekinsizlik duygusu neredeyse birebir aynı. Tom'un Dickie'ye duyduğu aşkı kendini gösterme biçimleri, karakterden karaktere geçişleri, tehdit olarak gördüğü her durumu elimine etme yollarındaki insanın kanını donduran detaylar... Bunların hepsi, aslına bakarsanız filmi suç, gizem, drama türlerinin yanı sıra korkuya da yakınlaştırıyor. 
Ripley'nin bu apaçık hastalıklı edimlerine rağmen, beni filme -belki de romana demeliyim, nitekim ana materyal o- en çok hayran bırakan şey, onun gazabına maruz kalan neredeyse herkesin suçlu çizilmiş olması oldu. Ripley'nin ilk kurbanı ve büyük aşkı Dickie, filmde tam bir yaptıklarının sorumluluğunu almaya alışmamış ve hayatı para sayesinde çok kolay yaşamış zengin çocuğu örneği. Üstüne üstlük, bir de şımarık bir çocuk gibi, etrafındaki insanlarla oyuncak gibi oynayıp canı sıkılınca onları bir kenara atıyor. Dickie'nin yine zengin ve züppe arkadaşı Freddie, yine Dickie gibi parası ve statüsünden aldığı cesaretle kendisi gibi olmayanları ezmekten büyük bir zevk alıyor. Dolayısıyla, Ripley'nin bu ikisine yaptığı her şey, size onun yaptıkları ile birlikte bu karakterlerin bunları hak edip etmediğini de düşündürüyor. Kısacası nefret etmeniz gereken ana karakter konusunda ne hissetmeniz gerektiğini bilemiyorsunuz. Sanırım sırf bu sebepten de gerçek anlamda hiç cezalandırılmıyor Ripley.
5 Oscar'a aday gösterilmiş film için Matt Damon piyano, Jude Law da saksafon çalmayı öğrenmiş. Dickie jazz hayranı olduğundan filmin büyük bölümünü kapsayan jazz performans sahnelerinden birinde Matt Damon, insanın tüylerini diken diken edecek bir benzerlikle Chet Baker'ın My Funny Valentine'ını seslendiriyor. Film, her anlamda yetenek kaynıyor kısacası :) Performansları, konusu, gerilimi, müzikleri, mekanları, her şeyiyle, Hollywood'un en iyi işlerinden biri The Talented Mr Ripley. Benim gibi zamanında izleyememiş olanlara duyurulur! 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...