22.7.12

The Talented Mr Ripley: Doksanlar Sonundan Modern Bir Klasik

Doksanlar, muhtemelen her türlü deneyimin larger-than-life yaşandığı çocukluk & ergenlik yıllarıma denk geldiğinden, benim için hep olduğundan güzel hatırladığım bir dönem olmuştur. Dolayısıyla, bu dönemde izlediklerimi, dinlediklerimi, yaşım ilerledikçe hep yeniden izlemek, dinlemek, o zaman sevdiğim, beğendiğim gibi/kadar iyi olup olmaduklarını tekrar görmek istemişimdir. O dönemde kaçırdıklarımı da mutlaka yakalamak... Cruel Intensions, o zaman hakkında bir sürü şey okuyup, izleyip kendisini kaçırıp sonradan izlediğim filmlerdendir mesela, Clarissa, Buffy de tekrar izlediğim dizilerden. The Talented Mr Ripley de izleyemediklerimdendi ve sevinerek söylüyorum ki, ergen bünyemin o vakitte muhtemelen anlayamayacağı kadar mükemmel bir film çıktı.
Öncelikle, film yazılarımın neredeyse hepsinde yaptığım gibi konusundan biraz da olsa bahsetmek istiyorum; ancak bu sefer bunu yapmaktaki amacım yazımı filmi izlemeyenler için de çekici yapmaktan öte şu: The Talented Mr Ripley, sadece kurgulanışı, iyi oyunculuğu, iyi sinematografisinin de ötesinde çok ilginç bir konuya sahip. Filme adını veren Tom Ripley, New York'ta yaşayan bir otel çalışanıdır. Otele gelen ziyaretçilerin paltolarını fırçalar, bahşişini alır. Dışardan bakınca, tek bir yeteneği var gibi görünür, o da piyano çalmaktır. Bu yeteneği sayesinde bir gün, normal şartlar altında bulunamayacağı kadar yüksek sınıftan bir topluluğa karışır ve burada Bay ve Bayan Greenleaf ile tanışır. Greenleafler paraya para demeyecek zenginlikte bir ailedir ve tek dertleri İtalya'da baba parası yiyerek hayatını çarçur eden oğulları Dickie'nin Amerika'ya geri dönmesini sağlamaktır. Oğullarıyla aynı okuldan mezun olduğunu sandıkları Tom'a gözleri kapalı bu görevi verirler. Hayatında hiç görmediği bir meblağ cebine koyulup kendini Avrupa'da bulan Tom'un ve tanıştığı insanların hayatını bundan sonra çok çarpıcı değişiklikler beklemektedir.
Bu kadarlık bir konu özeti size "bunun neresi ilginç?" dedirtebilir. Spoiler vermemeye çalışarak sadece şunları da ekleyeyim o halde: Tom Ripley, iyi bir piyanist olmasının yanında çok daha tehlikeli yeteneklere sahip bir genç. Öncelikle, çok iyi, hatta alışkanlık olarak yalan söyler. İnsanların seslerini, el yazılarını, imzalarını taklit edebilir. Dick Greenleaf ve sevgilisi Marge ile tanışıp onların hayatlarına sızdıktan sonra bu yetenekleri ile onlara kendini sevdirecek ve hatta sınıf atlama saplantısı yüzünden hayatlarını mahvedecektir. 
Patricia Highsmith'in aynı isimli romanından uyarlama film, 50ler Amerika'sı ve İtalya'sında geçiyor. Dolayısıyla da dönem filmleri meraklıları için kostüm ve mekan açısından tam bir hazine. Jude Law, Gwyneth Paltrow, Cate Blanchett ve Philip Seymour Hoffman, yardımcı rollerde gerçekten mükemmeller. Ancak tabi ki ana karakter olmasından ve konunun Ripley'nin hastalıklı psikolojisine odaklanmasından dolayı filmin asıl yükü Matt Damon'da. Ripley'nin saplantılarının ve bu saplantıların yarattığı trajik durumlardan kurtulma yollarının sahneye yansıdığı durumlar özellikle, bana çok daha yakın zamandan bir yapım olmasına rağmen Perfume: The Story of a Murderer'ı hatırlattı. Perfume'daki karakterin toplumsal motivasyondan yoksun saykosis'i, Talented Mr Ripley'de çok daha insancıl motivasyonlarda kendini gösterse de, izleyicide yarattığı tekinsizlik duygusu neredeyse birebir aynı. Tom'un Dickie'ye duyduğu aşkı kendini gösterme biçimleri, karakterden karaktere geçişleri, tehdit olarak gördüğü her durumu elimine etme yollarındaki insanın kanını donduran detaylar... Bunların hepsi, aslına bakarsanız filmi suç, gizem, drama türlerinin yanı sıra korkuya da yakınlaştırıyor. 
Ripley'nin bu apaçık hastalıklı edimlerine rağmen, beni filme -belki de romana demeliyim, nitekim ana materyal o- en çok hayran bırakan şey, onun gazabına maruz kalan neredeyse herkesin suçlu çizilmiş olması oldu. Ripley'nin ilk kurbanı ve büyük aşkı Dickie, filmde tam bir yaptıklarının sorumluluğunu almaya alışmamış ve hayatı para sayesinde çok kolay yaşamış zengin çocuğu örneği. Üstüne üstlük, bir de şımarık bir çocuk gibi, etrafındaki insanlarla oyuncak gibi oynayıp canı sıkılınca onları bir kenara atıyor. Dickie'nin yine zengin ve züppe arkadaşı Freddie, yine Dickie gibi parası ve statüsünden aldığı cesaretle kendisi gibi olmayanları ezmekten büyük bir zevk alıyor. Dolayısıyla, Ripley'nin bu ikisine yaptığı her şey, size onun yaptıkları ile birlikte bu karakterlerin bunları hak edip etmediğini de düşündürüyor. Kısacası nefret etmeniz gereken ana karakter konusunda ne hissetmeniz gerektiğini bilemiyorsunuz. Sanırım sırf bu sebepten de gerçek anlamda hiç cezalandırılmıyor Ripley.
5 Oscar'a aday gösterilmiş film için Matt Damon piyano, Jude Law da saksafon çalmayı öğrenmiş. Dickie jazz hayranı olduğundan filmin büyük bölümünü kapsayan jazz performans sahnelerinden birinde Matt Damon, insanın tüylerini diken diken edecek bir benzerlikle Chet Baker'ın My Funny Valentine'ını seslendiriyor. Film, her anlamda yetenek kaynıyor kısacası :) Performansları, konusu, gerilimi, müzikleri, mekanları, her şeyiyle, Hollywood'un en iyi işlerinden biri The Talented Mr Ripley. Benim gibi zamanında izleyememiş olanlara duyurulur! 

No comments:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...