29.6.13

Stoker / Lanetli Kan: Chan-wook Park'ın İlk İngilizce Başyapıtı

Stoker'ı ne kadar beğendiğimi sizlere anlatamam. Chan-wook Park'ın izlediğim ilk filmi olan bu film, yönetmenin şimdiden kült ve klasik işlere imza attığının benim için kanıtı oldu resmen. Daha önce herhangi bir şeyini izlemediğime, "Oldboy" dışında hiçbir filminin ismini bile duymadığıma çok hayıflandım. Bu da İngilizce konuşmayan dünyanının sinemasına ne kadar az aşina olduğumu / olduğumuzu gözler önüne seren durumlardan biri sanırım. 
Stoker, Türkçe'ye çevrilen adıyla Lanetli Kan, Chan-wook Park'ın ilk İngilizce filmi. Kadrosunda Mia Wasikowska, Nicole Kidman, Matthew Goode gibi isimlerin olması, İngilizce ilk filmini yöneten bir yönetmen için son derece etkileyici. Senaryo da süpriz bir şekilde Prison Break'in başrol oyuncusu Wentworth Miller'a ait. Peki nedir bu her yönüyle sıradışı filmin konusu?
Film, 18'ine yeni girmiş India'nın bir trafik kazasında babasını kaybetmesiyle başlıyor. Nicole Kidman tarafından canlandırılan annesiyle malikhanelerinde yalnız kalan India'nın farklı bir genç kız olduğunu hemen fark ediyoruz. Çok zeki, yaşıtları gibi giyinmiyor, dokunulmaktan hoşlanmıyor. Babasına ve onun anısına çok bağlı. Ancak babasının cenazesinde hayatında ilk kez gördüğü amcası Charlie'nin yanında bir türlü rahat olamıyor. İşte tam bu noktada da filmi "thriller" yapan öğeler kendini göstermeye başlıyor. Filmin konusu ile ilgili daha fazla şey yazıp izleme zevkinizi elinizden almak istemiyorum, o yüzden konusuyla ilgili söyleyeceklerimi bundan ibaret tutacağım :) Çünkü Stoker, hakkında ne kadar az şey bilerek izlemeye başlarsanız size o kadar çok zevk verecek bir film. Ben sonuna dek büyük bir heyecanla, ne bekleyeceğimi bilmez bir şekilde izledim ve de anlatılan hikayeden gerçekten inanılmaz etkilendim.

Wentworth Miller, India'da gerçekten çok detaylı, ele aldığı psikolojiyi tüm hastalıklarıyla benimseyen bir yetişkin olma hikayesi anlatmış. India ile yeni dul annesi Evelyn arasındaki ilişki de en az India'nın karakteri kadar karmaşık. Wasikowska, bu rolde gerçekten de sıradışı. Film, türü sebebiyle muhtemelen büyük ödüller (Oscar, Golden Globe) tarafından es geçilecektir; ama bu bir drama olsaydı, bu performans ona mutlaka bir adaylık olarak geri dönerdi diye tahmin ediyorum. Aynı şekilde Nicole Kidman da Evelyn'in kırılgan, güvensiz ve acınasını ruh halini çok iyi benimsemiş. Charlie ve India karşısındaki çaresizliğinin gözler önüne serildiği sahnelerde gerçekten de sizi ele geçiriyor. İzleyici olarak özdeşleşebileceğiniz tek karakter olduğu da düşünüldüğünde onun yaşadığı dehşete kapılmamak elde değil. 



Oyunculuklardan bu kadar bahsedip Matthew Goode'u es geçmek olmaz. Goode Uncle Charlie rolünde mükemmel. Gerçekten de o rolü daha iyi canlandırabilecek başka bir isim düşünemiyorum. Kendisini bu film öncesi sadece sima olarak biliyordum ama bu film yüzünden başka işlerine de gerçekten göz atmak istiyorum. Ama Stoker ile ilgili beni kesinlikle en çok vuran, Chan-wook Park oldu. Park, kompozisyona önem veren bir yönetmen ve film boyunca çok güzel kareler yakalamış. Filmin kompozisyonlarının güzelliğine, ayrıntılardaki zekaya ve inceliğe kapılıp hikayeden uzaklaşmanız son derece olası. Ben, açıkçası renk kullanımına ve kompozisyonlara hayran kalırken yer yer Polanski'yi andım, bu da neyi kastettiğim konusunda bir fikir verir diye tahmin ediyorum. Evet, gerçekten böyle büyük bir yetenek karşımızdaki :)
Son olarak, filmle ilgili söylemek istediğim birçok şey olmasına rağmen yazımın başındaki sözümden caymamak adına, Clint Mansell'in film için hazırladığı score'a da övgülerimi sunmak istiyorum. Bilmiyorum evde dinleyip gerim gerim gerilecek kadar sevdim mi, ama film sırasında gerçekten de görüntü ve hikayeyi çok iyi bütünleyen bir unsurdu benim için. Altını çizmekte o yüzden fayda görüyorum :) İzlerseniz bana mutlaka yorum bırakın, olur mu? Filmi birileriyle tartışmak için sabırsızlanıyorum! 

Follow on Bloglovin

Gameboard of the Gods: Vampir Akademisi'nin Yazarından Yeni Bir Seri

Richelle Mead, birkaç sene önce Twilight ile patlak vermiş vampir fenomeni sırasında Vampir Akademisi ile tanıdığım bir yazar. Vampir Akademisi de young adult vampir serileri arasında kesinlikle favorim. Mitoloji ve din üzerine eğitim görmüş, çok üretken bir yazar Richelle Mead ve serilerinde kurduğu dünyalar kesinlikle çok orijinal. Kadın karakterleri de YA romanlarında görmeye alıştığımız zayıf, silik, varoluş nedeni aşk olan karakterlerden çok uzak, çok yönlü karakterler. Hal böyle olunca yeni serisi The Age of X'in ilk romanı Gameboard of the Gods internete düşünce çok heyecanlandım ve hemen okumaya koyuldum. Gezi olayları yüzünden gece gündüz bilgisayar başında olduğum bol stresli ve üzüntülü günlerde, Gameboard of the Gods'ın dünyasına kaçmak bana inanılmaz iyi geldi.
Öncelikle, The Age of X bir YA serisi değil. Yeni bir Vampir Akademisi ya da Bloodlines serisi bekleyenleri bu anlamda baştan uyarmakta fayda var :) Gameboard of the Gods, dis/ü-topik, dinin tamamen yasaklandığı, dünyanın castal, plebian gibi sınıflara ayrıldığı ve teknolojinin çok ilerlediği bir gelecekte geçiyor. Dinsel farklılıklar yüzünden büyük savaşlara sahne olan dünya bölünmüş, bu süreçte ortaya çıkan ve kısırlık, astım ve yaralara yol açan Mephistopheles isimli bir virüs insanlığı vurmuştur. "Decline" adı verilen bu dönemde ise şu anki Birleşik Devletler gibi büyük bir devlet olan Republic of United North America (RUNA) kurulmuştur. RUNA, teknolojinin, gücün merkezidir, praetorian adı verilen, implantla güçlendirilmiş, uyumayan bir askeri topluluk tarafından korunmaktadır.
Romanın ana kahramanları, lisansı olmayan ve "tehlikeli" dini toplulukları incelemek ve gerekirse kapatmakla görevli servitor Dr Justin March ve preatorian Mae Koskinen. Roman başında March, nedenini bilmediğimiz bir sebepten RUNA'dan sürgün edilmiştir, Panama'da yaşamaktadır. Kafasının içinde seslerini duyduğu Magnus ve Horatio isimli iki kuzgun vardır. Tam bir kazanovadır, içki ve uyuşturucu konusunda zayıftır. Tam RUNA'ya dönme hayallerinden umudu kesmişken Mae ile tanışır, birlikte olurlar, ancak işler (konu gönül işleri olunca her Mead romanında olduğu gibi) karışır. Mae, castal bir savaşçıdır, inanılmaz güzeldir, ancak kendisini kontrol etmeye çalışan karanlık bir güç olduğunun bilincinde değildir. Bu paranormalden büyük ölçüde etkilenmiş ama onun da etkilerini yok saymak için ellerinden geleni yapan ikili, kendilerini bir seri cinayet davasını araştırmak üzere birlikte çalışırken bulurlar. Justin, bu davayı çözmesi koşuluyla tekrar RUNA'ya girmeye hak kazanır. 
Romanın ana meselesi aslında bu cinayetin çözülmesi. Ancak serinin ilk romanı olduğundan dünyasını ve karakterlerini de okuyucuya tanıtması ve de sevdirmesi lazım. Gameboard of the Gods da tam bu iki önemli işlev arasında sıkışmış bir roman. Öncelikle, bu yeni dünyanın sınıfsal ve politik yasalarını kavramak, terimleri ile haşır neşir olmak epey bir vaktinizi alıyor. Bunlar seri için önemli unsurlar olduklarından olsa gerek, Mead de bunları ön plana alıp zaman zaman cinayetler ve açıklanamayan paranormal olayları arka plana atabiliyor. Ben romanın dünyasına girmekte epey bir zorlandım. Çoğu okuyucu ilk 100 sayfadan sonra romanın kendilerini cezbetmeye başladığını yazmış, benim için bu 100 sayfadan da fazla sürmüş olabilir :) Ama yine de romanın paranormal unsuru üzerindeki mitoloji etkisi beni inanılmaz cezbetti. Gameboard of the Gods dünyasında insanların sırtlarını döndüğü tanrılar, kendilerine birer "elect" seçiyorlar. Bu "electler" yoluyla kendilerine takipçi kazanmaya çalışıyorlar. Tıpkı mitolojideki tanrılar gibi ibadet, altar bekliyorlar, altarları yıkıldığında güçsüzleşiyorlar. Çoğu tanrı da romanda mitolojideki isimleriyle geçiyor. 
Romanın diğer bir unsuru da, yine diğer Richelle Mead romanlarında olduğu gibi, ana karakterler arasındaki karmaşık aşk ilişkisi :) Justin ve Mae birbirlerine yanık ve takık ama aralarında ulvi ve ruhani engeller var :) Neyse ki bu yetişkinler için yazılmış bir seri olduğundan, aralarındaki bu engeller de vıcık bir romantizmle değerlendirilmiyor ve dramatik öğelerden uzak. Okuyucuların Goodreads gibi sitelerde yine şikayet ettiği konulardan biri de bu ikilinin tutulur, özdeşleşilir bir yanının olmaması. Mae, fazla mükemmel, Justin de malum bağımlılıkları dolayısıyla itici bulunmuş. Mae'nin mükemmel olduğuna katılmasam da karakter olarak biraz daha derinleştirilmesi gerektiğine ben de inanıyorum. Justin, komedi anlayışıyla bana Vampir Akademisi'nden Adrian'ı hatırlattı biraz. Bu size nasıl bir karakter olduğuna dair fikir verecek bir karşılaştırmadır diye düşünüyorum :) Kısacası ben kendisini itici bulmadım, ama romantik bir kahraman olduğunu da düşünmüyorum. Olması da gerekmiyor bence. Roman hitap ettiği kitle dolayısıyla böyle bir kahramana ihtiyaç duymuyor; ama muhtemelen bu sebepten de Vampir Akademisi kadar büyük bir takipçi kitlesine ulaşamayacaktır. 
Gameboard of the Gods, The Age of X serisinin ilk kitabı ve Richelle Mead'in "Yazarken en çok zorlandığım kitap" dediği bir kitap olarak yer yer tekleyen, yeterince rahat akmayan bir olay örgüsüne sahip. Ancak yarattığı dünya Mead'e yakışır derecede orijinal ve umut vadedici. Ben beni çok vurduğunu söyleyemem ama bundan sonraki kitabı okumamı sağlayacak kadar meraklandırdı. Vampir Akademisi'nin ilk romanını da çok güçlü bulmadığımdan, bundan sonraki romanların daha derli toplu olacağına dair umutluyum. Kitap henüz Türkçe'ye çevrilmiş değil. Mead'in diğer kitaplarını Türkçe'de yayımlayan Artemis Yayınları bu romana el atar mı şimdilik bilemiyorum ama İngilizce konusunda sıkıntısı olmayanlar kitaba internet üzerinden erişebilirler. 

Follow on Bloglovin

19.6.13

The White Queen: BBC One'dan Yeni Bir Tarihi Drama


Tarihi dramalarla pek aram yoktur. The Tudors'ı iki sezon izleyip bıraktım, düşününce de başka bir örneğiyle pek haşır neşir olduğum söylenemez. Bugün sizlere tanıtacağım The White Queen'i de sadece içinde Freya Mavor (Skins) olduğu için izlemeye başladım ve beğenmeme ben de şaşırdım. 
The White Queen, Philippa Gregory tarafından yazılmış ve 2009'da yayınlanmış aynı isimli romandan uyarlama. The Cousins' War isimli serinin ilk kitabı olan bu roman, İngiltere tarihinde War of the Roses olarak bilinen 30 senelik 1455-1485 arası dönemde yaşamış Kral Edward IV'ün commoner karısı Elizabeth Woodville'in Edward'la tanışmasından itibaren hayatını konu ediniyor. 


Elizabeth Woodville, Edward IV ile tanıştığında kocasını 9 yıldır süregelen savaşlarda kaybetmiş 2 çocuklu bir duldur. Kral adına ele geçirilen topraklarının iadesi için Edward'ın yolunu keser. Edward, Elizabeth'e ilk görüşte aşık olur, ancak Elizabeth evlenmeden kendini bu genç ve yeni krala teslim etmemekte kararlıdır. Gizlice evlenirler, Edward son savaştan da galip çıkar ve Elizabeth kendini İngiltere kraliçesi olarak bulur. 
Philippa Gregory'nin Woodville için kurguladığı hikaye tabii ki bu kadar basit, olaysız ve aşktan ibaret değil. Tüm kurgulaştırılmış tarihi eserlerde olduğu gibi bu eserde ve uyarlamada drama için eklenmiş birçok detay var. Örneğin kaynağını gerçek dedikodulardan alsa da, Elizabeth'in annesi, The White Queen'de iki Oscar adayı Janet McTeer tarafından canlandırılan Jacquetta Woodville büyücü olduğunu iddia etmekte, güçlerinin Elizabeth'de de olduğunu öne sürmektedir. Bu kurguda gördüğümüz gibi de Elizabeth, büyünün yardımı ve yönlendirmesiyle İngiltere tacını seçer. Edward'la tanıştığı andan itibaren Edward'ın kendisine olan ilgisinde de yine büyüden kaynaklanan bir yoğunluk olduğu gözlemlenebilir. 


Gregory'nin romanı ile ilgili okuduğum ve diziye dair röportaj ve yazıların işaret ettiği (ve ilk bölümde çok kısa da olsa görebildiğimiz) üzere, Gregory'nin Elizabeth için ördüğü kurgu, onun Edward'la olan ilişkisine olduğu kadar da royal court'ta maruz kalacağı entrikalara, ve iki tarihi karakterle yaşadığı çekişmelere de odaklanacak. Bu karakterler, The War of the Roses döneminin diğer etkili court kadınları Lady Margaret Beaufort ve Lady Anne Neville olacak. 
The White Queen Elizabeth Woodville rolünde İngilizce konuşan dünya için yeni bir isim olan İsveçli Rebecca Ferguson var. Ferguson, İsveç'te 15-18 yaşları arasında rol aldığı soap operalar ile tanınan, oyunculuğa bir süre ara vermiş '83 doğumlu bir oyuncu. Böyle büyük bir prodüksiyonun başrolüne (bölüm başına 1 milyon euro harcanmış!) seçilmesi yeteneği konusunda size bir fikir verecektir, ancak ben kendisini rol için gerçekten çok uygun buldum. Elizabeth'in hikayesi gereği çaresiz bir kadın olarak İngiltere kralının karşısına çıkıp court'a kadar yükselişini, masum bir kadının aşkı olarak da, büyücü bir annenin büyücü ve stratejik kararlarla sınıf atlamaya çalışan kızının davranışları olarak da okumak mümkün. Ferguson karakterdeki bu belirsizliği çok iyi canlandırıyor. Gerçekten de Edward'a olan aşkından mı yoksa güç tutkusundan mı beslendiğini çözemiyorsunuz. Ferguson, Ridley Scott'ın Showtime için hazırladığı The Vatican'ın da oyuncuları arasında. Kendisini başarılı bir kariyer bekliyor gibi görünüyor. 


Edward rolünde de benim (ve de muhtemelen çoğunluğun) en son Stephenie Meyer uyarlaması The Host'ta izlediğim Max Irons var. Jeremy Irons'ın oğlu Max beni The Host'ta çok vurmamıştı ama The White Queen'de genç ve aşık kral Edward olarak bence çok başarılı. Her ne kadar dizi ağırlıklı olarak Elizabeth ve entrikaları etrafında dönecek gibi görünse de ikilinin ilişkisi, Elizabeth'in Edward üzerindeki etkisi düşünüldüğünde Irons'ı dizinin temel taşlarından olacağını söylemek yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum. 
İlk bölüm üzerine yazılmış yorumlar, genellikle İngiliz medyasından yorumlar ve diziyi tarihsel olana yakınlığı üzerinden değerlendiren yorumlar. Hem Gregory'ye hem de uyarlamaya bu açıdan gelen yorumlar oldukça negatif. Diziyi Game of Thrones severlerden faydalanmak için çekilmiş ortalama bir iş olarak yorumlayanlar bile var :) Ben de Game of Thrones'un popülerliğinin romanın uyarlanmasında etkisi olduğunu düşünsem de açıkçası ikisinin de krallar, kraliçeler, iktidar ve entrika içermesinden başka bir ortak noktaları olduğunu düşünmüyorum. Tarihi olarak ne kadar "doğru" olduğu da açıkçası benim için bir eleştiri noktası değil. O yüzden ilk bölümde yakaladığı tonu devam ettirebilir ve olayların ilerleyişi açısından biraz daha hız kazanırsa bundan sonraki 9 bölümü daha izlerim diye düşünüyorum. The White Queen, 10 bölümlük bir proje ve serinin diğer kitapları farklı karakterlere odaklanıyor. Onların uyarlanıp uyarlanmayacağı konusunda şu an herhangi bir haber söz konusu değil. 
Son olarak benim gibi Freya Mavor bağlantısından diziye göz atacaklara küçük bir hatırlatma: Mavor dizide Edward ve Elizabeth'in kızı Princess Elizabeth of York'u canlandırıyor ve 3 bölümde rol alıyor. Dizinin Elizabeth ve Edward'ın hikayesinin henüz başlarında olduğu düşünülürse kendisinin son bölümlere doğru görebileceğimizi söyleyebiliriz sanırım. İzleyenler, siz ne düşünüyorsunuz? İzlemeye devam edecek misiniz? Dizi sizde de kitabı da okuma isteği uyandırdı mı? :) Yorumlarınızı bekliyorum! 

Follow on Bloglovin

7.6.13

Terminatör 1 & 2 : James Cameron'dan Bilim Kurgu Klasiği Bir Franchise

Son zamanlarda ağırlıklı olarak bilim kurgu ve akopoliptik türünde filmler izliyorum. Yine bu türden bir şeyler izlemek için IMDB'de bakınırken aklıma birden en son ilkokuldayken bazı bölümlerini çok korkarak izlediğim Terminatör geldi. Küçükken izlediğim ve bende iyi kötü etki bırakmış şeyleri tekrar izlemeyi de sevdiğimden tam istediğim gibi bir şey bulduğumu düşünüp '84 yapımı ilk filmi indirmeye koyuldum.
James Cameron'ın yönetmenliğini yaptığı filmde Arnold Schwarzenegger, Linda Hamilton ve Michael Biehn başrolde. Makinelerin dünyayı yönettiği bir gelecekten dünyaya, insanlığın direnişini başlatacak John Connor'ın daha doğmadan yok edilebilmesi için bir Terminatör ve bu Terminatör'le savaşabilecek bilgiye sahip bir savaşçı gönderiliyor. Schwarzenegger'in canlandırdığı Terminatör'ün görevi, John'un annesi olacak kadın Sarah Connor'ı öldürmek ve makinelerin geleceğini kurtarmak.




Bu hikayenin en önemli unsurlarından biri de, filmde çok yer kaplamasa da, Sarah Connor ve Kyle Reese arasındaki aşk. Filmin sonunda John Connor'ın babası olduğunu ve gelecekteki Connor tarafından bu bilgiyle geçmişe gönderildiğini öğrendiğimiz Reese, günümüze zaten Sarah'ya aşık ve onu korumak için kendisini feda ederek geliyor. Bu anlamda filmin her zaman gezisi hikayesinde olduğu gibi "tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan"a benzer bir neden-sonuç karmaşıklığı söz konusu. 
Bilim kurgu, apokoliptik ve aksiyon türlerini biraraya getiren film, James Cameron'ın tüm işlerindeki ihtişamdan nasibini almış. '84 yapımı ve sınırlı bir bütçesi olduğundan özel efektleri bugün için çok basit, hatta yer yer rahatsız edici. Terminatör'ün gözünün çıktığı sahnede Schwarzenegger'in yerine kullanılan "robot" özellikle. Ama bunun ötesinde, son noktasına kadar inanılmaz heyecanla izlenecek, şiddet, patlama, çarpışma vs gibi konularda aşırıdan kaçınmayan bir film kesinlikle. Terminatör'ün çok az konuşması, Schwarzenegger'in bu roldeki performansı vs. de filmin gerilim unsurunu tetikliyor. 


'91 yapımı devam filmi Terminator 2: Judgement Day, Terminatör'ü bir franchise'a dönüştüren, arkasından gelecek iki filme zemin hazırlamış, yine James Cameron imzalı bir film. İlk filmden 10 yıl sonra geçiyor. John Connor 10 yaşındadır, üvey anne ve babasıyla yaşamaktadır. Sarah Connor, Terminatör ve makinelerin dünyayı yönettiği bir dünya iddiaları yüzünden akıl hastanesine kapatılmıştır. John'u elimine etmek için bu kez sıvı metalden üretilmiş T-1000 model bir terminatör günümüze gönderilir. Robert Patrick'in canlandırdığı bu terminatör bu filmin kötü adamıdır, günümüz John'unu korumak içinse gelecekteki John tarafından ilk filmin kötüsü terminatör, yani Arnold Schwarzenegger gönderilir. Terminatör önce John'u T-1000'in ilk saldırısından kurtarır, sonra da beraber Sarah'ya yardıma koşarlar. T-1000'inden kurtuldukları arada da gelecekte gerçekleşecek makine hükmünü engellemek için tüm bu gelişmelerden sorumlu SkyTech'i elimine etmeleri gerekmektedir.
Bu devam filmi benim küçükken bölüm bölüm izlediğim ve inanılmaz korktuğum film işte :) Robert Patrick, gerçekten de T-1000 model terminatör rolünde çok ürkütücü. İlk filmin kötü adamı Terminatör'ün bu filmin iyi adamı olması, gelecekteki John tarafından gönderilmesi ve bu konuda herhangi bir açıklama yapılmaması filmin hikayesinin tek falsolu tarafı bence. Bu filmde günümüzün 10 yaş John'u ile Terminatör arkadaş oluyorlar, hatta Sarah onu John'un hayatında olabilecek en iyi baba figürü olarak tanımlıyor. Sarah Conor'ı bu filmde bu kadar güçlü, kendinden emin ve ilk filmdeki Reese gibi bir savaşçı olarak görmek, kurtarılandan kahramana dönüşmesi bu filmle ilgili favorilerimden. Bir diğer favorim ise kesinlikle John Connor rolündeki Edward Furlong. Filmde Furlong kesinlikle 10 yaşından büyük ve olgun görünmesine rağmen John'u 10 yaşında çizme ısrarını çok anlamlandıramadım, ama Furlong gerçekten çok çok başarılı bir John Connor portresi çiziyor. Gerçekten de John'un önemi konusunda izleyiciyi ikna ediyor ve gelecekte yapacaklarını merak ettiriyor. 


Judgment Day'den sonraki iki filmi, James Cameron filmleri olmadıkları için çok izlemek niyetinde değil(di)m. Nitekim seri uyarlaması olmayan franchise'lar (hatta bazen onlar da) ilerleyen filmlerde mutlaka çıtayı düşürüyorlar (bkz: Superman) ve 3. filmde Sarah Connor'ın olmadığını okudum. Gerçi bu konuda henüz %100 kararlı olduğum söylenemez çünkü 3. filmin kadrosunda Claire Danes ve Nick Stahl var ve bu kez evil terminatör bir kadın! 4. filmde de Christian Bale ve Sam Worthington var :) 
Kısacası.. Bilim kurgu ya da James Cameron seviyorsanız ve de The Sarah Connor Chronicles'a kaynaklık eden bu filmleri merak ediyorsanız mutlaka serinin bu iki filmini tavsiye ederim. Karşınızdaki günümüz franchise'larına yol açmış, türünün en iyi örneklerinden olan iki film ve günümüz örneklerinin karşısında geçerliklerini hala koruyorlar. 

Follow on Bloglovin
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...