Eski işim sayesinde iki sene önce güncel çocuk edebiyatıyla tanışmamın bana en büyük faydası, çocukken okuyup çok sevdiğim kitapların arasına yenilerini katmak oldu kesinlikle. Çocuk sahibi olmayan biz yetişkinler güncel çocuk kitaplarının büyüsünden ne yazık ki habersiziz ve çok şey kaçırıyoruz :)
Kaçıranların pişman olması gereken bu kitaplardan biri de 2007 tarihli The Invention of Hugo Cabret, Türkçe'ye çevrilmiş ismiyle Zamanın Efendisi Hugo Cabret ve Buluşu. Martin Scorsese tarafından sinemaya Hugo adıyla geçtiğimiz sene uyarlanan ve 11 dalda Oscar'a aday gösterilen kitap, Artemis Yayınları tarafından muhteşem bir pazarlama stratejisiyle yine geçtiğimiz sene Oscar'a yakın bir zamanda basıldı. Ben de tam o zamanlarda, çevirisi konusunda tereddütlerim olmasına rağmen, filmden önce kitabı okumak arzusuyla kendime bir kopya satın aldım. İyi ki almışım, iyi ki -gecikmeli de olsa- filmden önce kitabı okumuşum :) Filmi hala izlemedim, o yüzden karşılaştırma yapamayacağım ama ilk izlenimi kitaptan edindiğim, Hugo'nun dünyasını Selznick'in çizimleri ile hayal etmenin tadını çıkarabildiğim için mutluyum.
Kitaba dönmek gerekirse.. Zamanın Efendisi Hugo Cabret ve Buluşu, öksüz ve kimsesiz Hugo Cabret'nin Paris'teki bir tren istasyonunda başlayan macerasını anlatıyor. Babası öldükten sonra saat tamircisi amcasıyla istasyonda yaşamaya başlayan ve onun çıraklığını yapan Hugo, amcası da öldükten sonra onun yerine istasyondaki saatleri tamir etmeye, onların bakımını yapmaya başlar. En büyük tutkusu mekanikler eşyalardır ve babasıyla bağını koparmamanın tek yolunun onun ölmeden önce tamir etmeye başladığı robotun tamirini tamamlamak olduğunu düşünmektedir. Bu düşüncenin yol açtığı obsesyon, onu istasyondaki oyuncakçı Papa Georges ve onun manevi kızı Isabelle ile tanıştırır. Hikayenin devamı Hugo'nun geleceğini şekillendirecek ve de Fransız sineması ile ilgili çok önemli bir sırrı gün ışığına çıkaracaktır.
Zamanın Efendisi Hugo Cabret ve Buluşu bir roman değil, bir resimli kitap da değil, bunların ikisi arasında bir noktada. O da ne mi demek? Selznick, çocuk edebiyatında bir ilki gerçekleştirerek hikayesini neredeyse eşit derecede illüstrasyon ve metinle anlatıyor. Kitapta 300'e yakın illüstrasyon var ve bu illüstrasyonlar, hikayesinde çok önemli bir yere sahip dönem Fransız sinemasına uygun olarak siyah-beyaz resmedilmişler. Çok heyecan verici değil mi? :) Bu illüstrasyonların yanı sıra hikayede adı geçen bazı filmlerden alınan görseller de cabası.
Selznick'in metnindeki bu yenilikçi form, heyecan, gizem ve sır dolu macera ve en önemlisi Hugo ve Isabelle karakterlerinde karşımıza çıkan çocuklara özgü merak ve umut, çocuk kitaplarını ödüllendiren kurumların da gözünden kaçmamış. Hugo, 2008 yılında, resimli kitapları (çocuk yayıncılığı jargonuyla konuşmak gerekirse picture book'ları :) ) ödüllendiren Caldecott'un onur ödülünün sahibi olmuş.
Bu yazı için kitapla ilgili araştırma yaparken kitabın resmin sitesine denk geldim. Selznick ile ilgili haberlerin de yer aldığı sitede, Selznick'in Hugo öncesi illüstrasyonlarını içeren kitapları, en önemlisi de yeni çalışmaları ile ilgili bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Selznick'in yeni kitabı Wonderstruck'tan da bu sayede haberdar oldum. Hugo gibi illüstrasyon ve metinlerden oluşan bu kitap, Selznick'in Hugo ile başlattığı metin ve illüstrasyon dengesini bir adım öteye taşıyor. Duyma engelli iki çocuğun farklı zaman dilimlerinde geçen hikayelerini anlatan kitap, bu hikayelerden birini metin ve illüstrasyonlarla, diğerini ise sadece illüstrasyonlarla anlatıyor. Hugo ile ortaya son derece başarılı bir çeviri ve baskı çıkaran Artemis Yayınları'nın Wonderstruck için de aynı özeni göstermesini, bu kitabı yayınlamak için Hugo kadar beklememesini umut ediyorum. Nitekim Hugo'nun orijinalini bir türlü bulamamıştım, Wonderstruck için de durumun çok farklı olacağını sanmıyorum.
Son olarak, Zamanın Efendisi Hugo Cabret ve Buluşu'nu tüm yetişkinlere ve özellikle de 11 yaş üstü tüm çocuklara tavsiye ederim. Karşınızdaki filminden bağımsız olarak sizi heyecanlandıracak, son derece orijinal ve başarılı bir öykü. Fiyat olarak ortalama çocuk kitaplarından pahalıca olsa da kesinlikle satın alınmayı ve desteklenmeyi hak ediyor.
30.3.13
29.3.13
House at the End of the Street: Jennifer Lawrence'dan Ortalamanın Üstünde Bir Korku Filmi
Korku filmi severler için verimli bir dönemde yaşamıyoruz maalesef. Şaşırtan, mantık hataları ile sinirlendirmeyen, karakterlerinin aptallıkları ile insanı izlediğine pişman ettirmeyen çok az korku filmi gösterime giriyor. Bu düşük beklentinin etkisiyle muhtemelen insan kendinde ortalamanın üstündeki bir korku filmini diğer türdeki bir filme nazaran daha çok tavsiye etme, tanıtma ihtiyacı hissediyor :) O kadar ki, her zaman yaptığımın aksine ülkemizde Sokağın Sonundaki Ev adıyla gösterime giren, baş rolünde taze Oscar'lı Jennifer Lawrence'ın olduğu House at the End of the Street'i tamamen spoiler'sız yazmak niyetindeyim. Takip edenler bilir pek yaptığım bir şey değil bu, nitekim eleştiri içermeyen tanıtım yazıları yazmak pek keyifli bir şey değil. Ancak bu filmden keyif almanın tek yolu spoiler'sız izlemek ve çoğu okurumun da filmi henüz izlemediğini varsayıyorum :)
Sokağın Sonundaki Ev, küçük bir Amerikan kasabasına yeni taşınan ve ilişkileri oldukça problemli olan anne-kız Elissa ve Sarah'nın hikayesini konu ediniyor. Elissa ve Sarah'nın yeni evlerinin karşılarındaki evde Carrie Anne isimli bir genç kız anne babasını öldürmüştür ve kendisinin yaşayıp yaşamadığının bilinmemektedir. Kasabada Carrie Anne'in ormanda yaşamaya devam ettiğine dair dedikodular dolaşmaktadır. Bu dedikodular yüzünden evlerini oldukça ucuza kiralayan Elissa ve Sarah'nın hayatı, Elissa bu trajik ailenin cinayet mahalli evde yaşayan oğlu Ryan ile arkadaş olana kadar sorunsuz ve olağan devam eder. Elissa'nın her zaman "problemli" çocuklarla arkadaş olup onları iyileştirmeye eğilimli karakterinden çekinen Sarah, ikilinin ilişkisine müdahale etmeye çalışır tabii ki. Ama Elissa liseli bir yeni yetme olduğundan annesini dinlemez ve filmin asıl insanı şaşırtan gelişmeleri de bu noktada patlak verir.
Şimdiye kadar yaptığım özetin kulağa bir korku filmi özeti gibi gelmediğinin farkındayım. Ancak film de bilinçli bir şekilde türler arasında gidip gelip izleyicisine izlediği hikayenin ne tür bir hikaye olup olmadığını sorgulatıyor. Carrie Anne'in malum öyküsü yüzünden bir cinayet ya da paranormal durum olasılığını sorguluyorsunuz. Ryan'ın trajik hikayesi, izlediğinizin bir küçük kasaba acımasızlığı öyküsü olabileceğine de işaret ediyor. Ne yazık ki bu kararsızlık, bilinçli olsa da filmin tonuna da yansıyan bir kararsızlık. Yaklaşık ilk 40 dakika boyunca House at the End of the Street'ten sıkılmanız, klişe bulmanız ve izlememeye karar vermeniz yüksek bir olasılık. Ama sabrederseniz karşınıza çıkacak sürprizler, filme ayırdığınız zamana değiyor.
Sanırım filmle ilgili en büyük şikayetim de bu kararsızlık ve yönetmenin yaptığı bazı tercihler oldu. Film esasında bir psikolojik thriller iken kamera ve müzik kullanımları çoğu sahnede size bir müzik videosu ya da slasher izliyormuşsunuz hissi veriyor. Bu da izleyiciyi ana hikayeden ve onun tonundan kopartıyor, ve açıkçası filmi biraz ucuzlaştırıyor. Jennifer Lawrence'ın, Elisabeth Shue'nun ve Max Thieriot'ın böyle bir film için fazla iyi performansları bu seçimler yüzünden de biraz güme gidiyor açıkçası. Filmin fazla ilgi görmemesini (gerçi gişesiyle bütçesini 5'e katlamış, bu da filmin stüdyo gözünde "başarı" olduğu anlamına gelir) ve IMDB puanının çılgın Jennifer Lawrence hayranlarının oylarına rağmen bu kadar düşük olmasını buna bağlıyorum.
Kısaca toparlamak gerekirse, iyi oyunculuklu, bol süprizli ve ortalamanın üstünde bir korku filmi House at the End of the Street. Jennifer Lawrence seviyorsanız izlememezlik etmeyin, "Korku filmi olsun da ne olursa olsun" diyorsanız kesin izleyin, "Orijinal korku filmi izlemek istiyorum," diyorsanız da es geçin (ve The Cabin in the Woods'a göz atın :) ) ama daha fazlasını da beklemeyin :)
Sokağın Sonundaki Ev, küçük bir Amerikan kasabasına yeni taşınan ve ilişkileri oldukça problemli olan anne-kız Elissa ve Sarah'nın hikayesini konu ediniyor. Elissa ve Sarah'nın yeni evlerinin karşılarındaki evde Carrie Anne isimli bir genç kız anne babasını öldürmüştür ve kendisinin yaşayıp yaşamadığının bilinmemektedir. Kasabada Carrie Anne'in ormanda yaşamaya devam ettiğine dair dedikodular dolaşmaktadır. Bu dedikodular yüzünden evlerini oldukça ucuza kiralayan Elissa ve Sarah'nın hayatı, Elissa bu trajik ailenin cinayet mahalli evde yaşayan oğlu Ryan ile arkadaş olana kadar sorunsuz ve olağan devam eder. Elissa'nın her zaman "problemli" çocuklarla arkadaş olup onları iyileştirmeye eğilimli karakterinden çekinen Sarah, ikilinin ilişkisine müdahale etmeye çalışır tabii ki. Ama Elissa liseli bir yeni yetme olduğundan annesini dinlemez ve filmin asıl insanı şaşırtan gelişmeleri de bu noktada patlak verir.
Şimdiye kadar yaptığım özetin kulağa bir korku filmi özeti gibi gelmediğinin farkındayım. Ancak film de bilinçli bir şekilde türler arasında gidip gelip izleyicisine izlediği hikayenin ne tür bir hikaye olup olmadığını sorgulatıyor. Carrie Anne'in malum öyküsü yüzünden bir cinayet ya da paranormal durum olasılığını sorguluyorsunuz. Ryan'ın trajik hikayesi, izlediğinizin bir küçük kasaba acımasızlığı öyküsü olabileceğine de işaret ediyor. Ne yazık ki bu kararsızlık, bilinçli olsa da filmin tonuna da yansıyan bir kararsızlık. Yaklaşık ilk 40 dakika boyunca House at the End of the Street'ten sıkılmanız, klişe bulmanız ve izlememeye karar vermeniz yüksek bir olasılık. Ama sabrederseniz karşınıza çıkacak sürprizler, filme ayırdığınız zamana değiyor.
Sanırım filmle ilgili en büyük şikayetim de bu kararsızlık ve yönetmenin yaptığı bazı tercihler oldu. Film esasında bir psikolojik thriller iken kamera ve müzik kullanımları çoğu sahnede size bir müzik videosu ya da slasher izliyormuşsunuz hissi veriyor. Bu da izleyiciyi ana hikayeden ve onun tonundan kopartıyor, ve açıkçası filmi biraz ucuzlaştırıyor. Jennifer Lawrence'ın, Elisabeth Shue'nun ve Max Thieriot'ın böyle bir film için fazla iyi performansları bu seçimler yüzünden de biraz güme gidiyor açıkçası. Filmin fazla ilgi görmemesini (gerçi gişesiyle bütçesini 5'e katlamış, bu da filmin stüdyo gözünde "başarı" olduğu anlamına gelir) ve IMDB puanının çılgın Jennifer Lawrence hayranlarının oylarına rağmen bu kadar düşük olmasını buna bağlıyorum.
Kısaca toparlamak gerekirse, iyi oyunculuklu, bol süprizli ve ortalamanın üstünde bir korku filmi House at the End of the Street. Jennifer Lawrence seviyorsanız izlememezlik etmeyin, "Korku filmi olsun da ne olursa olsun" diyorsanız kesin izleyin, "Orijinal korku filmi izlemek istiyorum," diyorsanız da es geçin (ve The Cabin in the Woods'a göz atın :) ) ama daha fazlasını da beklemeyin :)
27.3.13
Homeland'in 1. Sezonunun Ardından
Yayınlanmaya başladığı 2011'den beri Golden Globe, Emmy gibi başlıca dizi ödüllerini bolca kategoride silip süpüren ve Mad Men gibi bu açıdan insanları bıktıracakmış gibi görünen Homeland Amerika için hassas ve neredeyse hep güncel olan Orta Doğu kaynaklı terörü konu ediniyor. Irak'ta kaybolan ve öldü zannedilen asker Nick Brody 8 yıl sonra Amerikan askerleri tarafından kurtarılıyor ve ülkesine kahraman olarak geri dönüyor. Irak'ta görev yapmış başarılı (ama bir o kadar psikolojisinden şüphe edilecek kadar işine "bağlı") CIA ajanı Carrie Mathison ise, kaynaklarından birinden seneler önce aldığı bir duyum yüzünden Brody'nin terörist Abu Nazir için çalıştığından şüpheleniyor. Dizinin ilk sezonu (tahminimce 2. sezonu da) boyunca Carrie'nin CIA üssünde ona güvenen neredeyse tek ajan Saul'ün desteğiyle şüphelerini mesleki etiğe uymayacak yolları da zorlayarak araştırmasını izliyoruz.
Carrie Mathison'ı, bir ölçüde de Homeland'i izlemeye değer kılan, onun bu son derece sorunlu metotları ve karakteri aslında. Diğer Hollywood yapımlarının aksine CIA (ya da FBI) Homeland'de olağanüstü işler başaran, her yerde, her olayda gözü kulağı olan ve felaketleri önleyen bir örgüt değil. İlk sezon boyunca Carrie'nin sadece iç güdüleri (belki de paranoyak/obsesif yapısı demek daha doğru) ile Brody hakkında birçok gerçeği öngördüğüne, ama bu öngörüler yasal metotlar ya da somut delillerle desteklenmediği için kaale alınmadığına şahit oluyoruz örneğin. Dizinin klişe Hollywood CIA / FBI yapımlarından bir farklılığı da "düşman"ı öcüleştirmemesi ve mutlak kötü olarak göstermemesi. Yanlış anlaşılmasın, dizide El Kaide'nin ve terör eylemlerinin sorumlusu olarak karşımıza çıkan Abu Nazir hala terörist. Ama karşımıza Brody'nin sempati gösterdiği, hatta sevdiği bilgili ve kültürlü bir adam olarak çıkıyor. Hem İngilizce hem de kendi dilini konuşuyor. Dini ve ibadetleri karikatürize ya da yüzeysel olarak yansıtılmıyor. Carrie'nin bulunduğu CIA birimi de Orta Doğu konusunda son derece bilgili ve önyargısız.
Dizinin Orta Doğulu karakterlerine ve terör meselesine yönelik bu "ilerici" yaklaşımı ne yazık ki kendini Carrie'ye ve Tom Walker'a yaklaşımında göstermiyor. Carrie, dizideki ve CIA'deki tek etkin kadın karakter ve devamlı etrafındaki insanlar tarafından ciddiye alınmayan, fikirlerine, teorilerine "abartı", "saçmalık" yaftası yapıştırılan, ve nasılsa (?!!) bu durumu senaristler tarafından psikolojik bir problemle desteklenen tek karakter. Etrafında dönen olaylar konusunda neredeyse her seferinde haklı çıktığını gördüğümüz, yediği içtiği işinden ibaret olan Carrie Mathison, sezon sonunda etrafındaki erkekler (bunlardan biri de aşık olduğu Brody) tarafından "iyi" olmadığına inandırılarak şok terapi görmeye itiliyor.
Tom Walker meselesi ise ne yazık ki birçok kültürel üründe çok daha sık karşımıza çıkan bir mesele. Irak'ta beyni yıkanmış, El Kaide tarafına çekilmiş iki askerden bir diğeri olan Tom Walker, senaristler tarafından Brody'den çok daha farklı bir şekilde çiziliyor. Brody'nin motivasyonlarına dair (Issa'nın ölümü) açıklamalar karşımıza sunuluyor, onun Irak'taki anılarına geri dönüyoruz, ülkeye döndükten sonra ailesi ile birlikte geçirdiği süreci yakından gözlemliyoruz... Ama Tom Walker'ın ülkesine ihanet edecek hale nasıl geldiğini bilmiyoruz. Ve de ne tesadüftür ki, Tom Walker, bu ikilinin zenci olanı (?!).. Brody devamlı özdeşleşilebilir bir karakter olarak karşımıza çıkar, hatta son bir-iki bölüme kadar Carrie'nin paronayasının kurbanı, örnek vatansever, örnek asker olarak çizilirken, Tom Walker hep korku kaynağı ve suikast girişiminde bulunması korkuyla beklenen bir tetikçi. Ve Brody'nin aksine Abu Nazir'in verdiği görevi harfiyen yerine getirmesine rağmen sezon sonunda saçma sapan bir açıklamayla Abu Nazir'in emriyle Brody tarafından öldürülüyor. Walker'ın dizi boyunca ettiği laf sayısını saymak bile mümkün, karakterine verilen derinlik ve gösterilen ilgi bu kadar az.
Üzerinde yeterince konuşulmadığını, tartışılmadığını düşündüğüm için Homeland'deki bu problemli/ayrımcı noktalara ağırlık verdim, ancak bunlar sizi karşınızdakinin kötü bir TV dizisi olduğu yanılgısına itmesin. Aksine, çok başarılı bir hikaye anlatımı ile, çok derinlikli ve üzerinde iyi çalışılmış karakterlerle karşı karşıyayız Homeland'de. 1. sezonun bir buçuk saatlik son bölümü yakın zamanda izlediğim çoğu filmden (yakın bir konuyu izleyen ve ödüle boğulmuş Argo'dan örneğin) çok daha başarılı bir işti. 2. sezonuna başlamak için sabırsızlanıyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)