21.12.13

The Fall: Cinayetin Psikolojisi Üzerine






















Cinayet anlatıları ile ne kadar ilgiliyiz değil mi? Sadece izlediğim örneklerini bile düşündüğümde aklıma hemen gelen isimlerin çokluğu karşısında şaşırmadan edemiyorum: Dexter, The Killing, Zodiac, Se7en, Insomnia.. Bu anlatıların çoğunun izleyiciyi çeken iki ortak noktası var genellikle: Katilin kimliği ve katilin motivasyonu / psikolojisi. BBC Two yapımı The Fall, çok tanıdık cinayet anlatılarına katilin ve de onun kimliğini açığa çıkarmaya çalışan polisin psikolojisini ele alarak dahil oluyor. Ancak benzerlerinin çoğunun aksine The Fall'da en başından beri katilin kim olduğunu biliyoruz.
Kuzey İrlanda'nın Belfast şehrinde geçen Allan Cubitt imzalı dizi, faili bir türlü çözülemeyen bir cinayeti aydınlatmakla görevlendirilen Stella Gibson'ın (Gillian Anderson) şehre gelişiyle başlıyor. Stella bir yandan kadın bir dedektif olmanın, polis içindeki yolsuzlukların ve bürokrasinin çıkmazlarıyla uğraşırken bir yandan da katilin kimliğini açığa çıkarmaya çalışıyor. Stella ile eşit ölçüde ekranı paylaşan ve dışarıdan son derece normal görünen katil Paul Spector ise işi, eşi ve iki küçük çocuğu ile hayatını idame ettirmeye devam ediyor. Dizi boyunca işlediğine şahit olduğumuz iki cinayet de bu hayatın bir parçası. Paul için çocuklarına banyo yaptırmak, eşiyle ve arkadaşlarıyla dışarı çıkmak ve sonrasında eve gelip internette gözüne kestirdiği yeni kurbanının bilgilerine ulaşmaya çalışmak, günlük hayatın bir parçası. Ve onun bu birbirinden çok ayrı olması gereken iki psikolojik ruh durumunu aynı anda yaşayabilmesini, normal hayatta her anlamda fonksiyonel bir birey olarak var olabilmesini izlemek, gerçekten de insanın hem kanını donduruyor, hem de ister istemez insanı büyülüyor. 




























Bu şaşkınlık ve ilgiyi yaratan, çoğu İngiliz dramasında olduğu gibi bu dizide de karşımıza çıkan realizm. The Fall, ilk sezonu 1'er saatlik 5 bölümden oluşan bir dizi ve derdini olaydan ziyade betimleme ile anlatma derdinde. Katilin kim olduğunu çözmek gibi bir derdi de olmadığından hikayesini anlatmada aceleci davranmıyor. Zaten Stella ve Paul o kadar ilgi çekici karakterler ki, siz de çok ne olduğunu umursamadan onları izliyor ve onları bir anlamda çözmeye çalışıyorsunuz. Ben şimdiye kadar gördüğüm seri katil tiplemesinden çok farklı olduğu için Paul'a odaklandım ama Stella da sanırım şimdiye kadar TV'de gördüğüm en iyi ve gerçek kadın karakterlerden biri. Şiddet ve toplumsal statü paralelliğinde kadının erkek tarafından ne kadar ezildiğini ve ne kadar saçma ve başına buyruk yaptırımlara maruz kaldığını, Stella'nın başına gelenlerde ve çözmeye çalıştığı cinayette izlemek, bende bir TV işinde şimdiye kadar denk gelmediğim bir tatmin yarattı. Stella, mesleğinde cinsiyeti yüzünden sürekli yıpratılsa da karşı cinsin kuralları ve beklentilerine boyun eğmiyor ve işine bunun getirdiği bir hassasiyetle yaklaştığı için çoğu meslektaşının görmek istemediği birçok detayı görebiliyor. Onun Paul ile olan av ve avcı ilişkisi olarak tanımlanabilecek ve konumların ve gücün devamlı el değiştirdiği ilişkisi de, gerçekten yine şimdiye kadar TV'de gördüğüm en iyi çizilmiş dinamiklerden. 
Dizinin ikinci sezonu başrollerdeki Gillian Anderson ve Jamie Dornan'ın yoğunlukları sebebiyle önümüzdeki sene sonunda yayınlamaya başlayacak. Ben X-Files'ı izlememiş ve Jamie Dornan'ı da sadece Marie Antoinette izlemiş bir seyirci olarak ikisinin de performansına hayran kaldım. Özellikle Jamie Dornan, Paul Spector rolünde inanılmaz iyi. Seri katil anlatıları ile az çok ilgilenen herkese gözüm kapalı tavsiye ederim. 

No comments:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...