18.3.12

My Week with Marilyn: Marilyn Monroe'nun İhtişamı Michelle Williams ile Buluşunca


Marilyn Monroe söz konusu olunca açıkçası yapılmamış, söylenmemiş olanı bulmak zor. Tüketmekten keyif aldığımız, ama ne doğru düzgün filmini izlediğimiz, ne kadar hayatı hakkında bir şey bildiğimiz bir oyuncu bir yandan da Monroe.. Garip değil mi hakkında doğru düzgün bir şey bilinmeyen bir oyuncu (ikon demek daha doğru aslında) hakkında içi boş da olsa söyleyecek bu kadar çok şey sahibi olmak? Ben neredeyse iki sene önce izlediğim şeylerde kendisine yapılan referanslar merakımı kabartınca bir-iki filmini izlemiş, üzerine de şöyle bir yazı yazmıştım. Dolayısıyla bu yazının yanı sıra Marilyn Monroe ile ilgili bir şeyler okumak isteyenleri oraya alalım :) Çünkü yazım, yukarıdaki resmi olmayan posterden de çıkarabileceğiniz üzere Simon Curtis'in geçtiğimiz ödül sezonu boyunca bol adaylık almış, çokça konuşulmuş filmi My Week with Marilyn üzerine. 
My Week with Marilyn, adının da çağrıştırdığı üzere bir Marilyn Monroe biyografisi değil. Filmde Eddie Redmayne tarafından canlandırılan Colin Clark'ın yönetmen asistanı olarak çalıştığı Marilyn Monroe ve Laurence Olivier filmi The Prince and the Showgirl çekimleri sırasında yazdığı ve The Prince, The Showgirl and Me ismiyle yayınladığı günlükten oluşuyor. Dolayısıyla Marilyn Monroe ile ilgili elde edindiğimiz gözlem ve filme konu olan hikaye, Colin Clark'ın gözünden geçmiş, bu anlamda objektivitesi sorgulanabilecek bir tutanak. Clark, kendi deyimiyle hırslı bir ailenin çocuğu olarak hayatta kendi yolunu çizmeye kararlı 24 yaşında bir gençken film endüstrisine girmeye karar verir ve yaptığı bir sürü ayak işinden sonra kendini Marilyn Monroe'nun İngiltere'de çektiği tek film olan The Prince and the Showgirl'ün setinde bulur. Tahmin edebileceğiniz gibi Clark'ın hayalleri gerçek olmuştur, onun gözünden film setinde nelerin olup bittiğini izler, ve de Clark'ın çalışkanlığı dolayısıyla filmin her aşamasında bulunuşu sayesinde de Marilyn Monroe'nun hayatı hakkında beklemeyeceğiniz kadar ayrıntılı bir gözleme şahit oluruz. Nitekim Clark'ın saflığı, gençliği, kendisine olan hayranlığı Monroe'nun da gözünden kaçmaz ve ikili arasında çok saf da olsa bir haftalık bir ilişki başlar. 


Tabi Marilyn Monroe ile ne kadar ilişki yaşanabilirse.. Öncelikle Marilyn o dönemde Arthur Miller ile evlidir. Ayrıca o kadar çok güvensizlikle ve psikolojik problemle savaşmaktadır ki, vaktinin çoğunu ya sette ağlayarak, "Yapamayacağım, başaramayacağım," diyerek ya da aldığı ilaçlar yüzünden evindeki odasında uyuyarak geçirir. Colin sıklıkla onu teselli etmeye, ona güven vermeye, iyi bir oyuncu olduğunu anlatmaya çalışır, ancak tüm çabalar boşunadır. Monroe, asla iyi bir oyuncu olduğunu kabul etmeyecek (filmin sonlarına kadar Branagh'ın canlandırdığı Olivier onun bu yüzden bu kadar büyük bir oyuncu olduğunu söyleyecektir), annesinin akıl hastanesine kapatıldığını Colin'e anlatırken öğrendiğimiz kadarıyla genetik olarak psikolojik rahatsızlık çeken, aile sevgisi görmemiş, hayatı trajedilerle dolu, çocukluktan erişkinliğe geçememiş bir kadındır. Marilyn'ni kurtarmak imkansızdır.
Bu özetten de çıkarabildiğimiz gibi film, Marilyn, Colin ve Laurence Olivier etrafında dönüyor. Marilyn'ni canlandıran Michelle Williams onun kendine güvensizliğini, gel-gitlerini, buna rağmen o inanılmaz çekiciliğini çok çok iyi yansıtmış. Açıkçası bu film Marilyn'i Colin'in gözünden anlatan bir dönem filmi değil de bir biyografi olsaydı, çok büyük ihtimalle evde Oscar'ının tozunu alıyordu şu an :) Gerçekten de çok ayağı yere basan, karikatüre kaçmayan, Monroe'nun filmlerinde de kendini gösteren çocuksu saflığını gerçekçi bir tutumla yansıtan, karakterini çok iyi anlamış bir oyuncunun performansı karşımızdaki. Aynı şekilde Eddie Redmayne ve Kenneth Branagh da rollerinde çok çok iyiler, özellikle de Branagh! Bu filmden önce de sonra da son derece prestijli ve başarılı bir oyunculuk kariyeri olmuş, "Sir" ünvanı ile taçlandırılmış Sir Olivier'in Monroe'nun profesyonelliğe uymayan davranışları karşısında sinirden allak bullak olan o komik ve yıldızın karşısında hakkı yenen başarılı oyuncu rolünü mükemmel canlandırıyor. 


Filmin benim açımdan en şaşırtıcı ve bir anlamda anlaşılmaz tarafı, Marilyn'in etrafındaki herkesin ona karşı yaklaşımı oldu. Onunla çalışmayı seçtiği güne lanet eden Olivier bile filmin sonunda çektiği sahneleri izlerken Marilyn'e hayran kalmadan edemiyor. Sanki herkes, güzelliği yüzünden Marilyn'in yaptığı her şeyi, tüm profesyonellikle asla örtüşmeyen davranışlarını hoşgörebilecek gibi.. Aslında film boyunca olanlara bakarsanız durum da tam bundan ibaret. Bunu döneme ve dönemin yıldız oyuncu kavramına göre yorumlamak daha iyi olacaktır tabi ki ama Marilyn'in muhtemelen ölümüne de sebep olan güvensizliklerinin kaynağını kendisine olan bu yaklaşımda görmemek için kör olmak lazım. Marilyn ne kadar başarısız olursa olsun, bir sahnede ne kadar kötü olursa olsun, "Güzel görünse yeter," denen, güzelliğinin ötesinde kendisinden hiçbir şey beklenmeyen, yolda sette erkeklerle ilişkilerinde ciddiye alınma çabaları hep karşılıksız kalan bir kadın. Buna bir de zaten mücadele ettiği psikolojik sorunlarını ekleyince hiç yaşlanmadan ölmesine şaşırmalı.. Kim bu güzellik baskısı altında insanların kendisini gördüğü tek kimliği de yitirmeyi göze alabilir ki? Film bu anlamda da görmek isteyen için yine çok acıklı ama sinema tarihinin en büyük ikonlarından olan bu kadını anlamak adına önemli bir çalışma.
Daha önce de belirttiğim gibi, çok bütünlüklü bir senaryosu, tutarlı bir tonu ve başarılı oyunculuklarına rağmen Oscar alamamasının, özellikle de Michelle Williams'ın şahane performansının es geçilmesinin tek sebebi bence bunun bir biyografi olmaması. Ne kadar Marilyn odaklı olursa olsun bu Marilyn'in Colin Clark gözünden tarifi ve Marilyn, tüm detaylı gözlemlerine rağmen Colin için çok yaklaşılıp doğru düzgün elde edilemeyen bir ilk aşk objesi. Dolayısıyla Colin'in hayat hikayesi el verdiğince Marilyn'i görebilmek, Marilyn'i canlandırmak için Akademi açısından yeterli olmasa gerek. En azından Iron Lady'yi izleyene kadar benim kanaatim bu yönde olacak :) 

The Beaver: Orijinal ile Klişe Arasında


Bu haftasonu izlemek istediğim filmleri düşünürken The Beaver aklımın ucundan bile geçmemişti aslında. Uzunca bir süre önce sadece Jennifer Lawrence'ın filmde nasıl olduğunu merak ettiğimden ve kendisine sadece X-Men'de izlediğimden indirmiş, son derece depresif posteri yüzünden de "Bir gün izleyesim gelirse izlerim, olmadı da silerim," demiştim içimden. Bu, The Beaver gibi bir filmin, hakkında çok az şey bilen ortalama bir izleyici için ne kadar çekici olduğu konusunda size bir fikir verebilir. Filmin sinopsisi de açıkçası kendisine çok yardımcı olacak cinsten değil: Her şeyi olan Walter Black içine girdiği klinik depresyondan bir türlü kurtulamamaktadır. Mutlu bir ailesi, kendisini seven bir karısı vardır, babasından kendisine kalmış olan şirketler zincirinin CEO'sudur. Ancak bu hastalık hayatını o kadar cehenneme çevirmiştir ki, kendisini hala seven karısı iki oğlunun sağlığı adına onu evden kapı dışarı etmek zorunda kalır, büyük oğlu ona benzememeyi takıntı haline getirecek kadar babasından nefret etmektedir. Küçük oğlu ise içine kapanık bir çocuğa dönüşmüştür. 
İşte tam bu acıklı durumun ortasında bir de depresyonuyla kendi başına mücadele etmek zorunda kalan Walter birkaç intihar denemesinden sonra evden ayrılırken yanına aldığı kuklada kendine bir çıkar yol bulur. Bir sabah eline geçirdiği kukla -film boyunca anılan adıyla The Beaver yani kunduz- ile kendi kendine konuşmaya başlayan, çevresiyle de o kukla üzerinden iletişim kuran Walter hayatını tekrar yoluna koyabilecek, ailesine geri dönebilecek, sonunda hayatını tepetaklak eden depresyondan kurtulabilecektir. En azından öyle sanmaktadır :) 
Filmin buraya kadarki öyküsü ve Mel Gibson'ın mükemmel performansı filmle ilgili en başarılı ve orijinal noktalar. Walter'ın depresyonla mücadelesi, çaresizliği, elindeki kukla üzerinden de olsa hayatını toparlayabilemek için çabalaması ve bunu da İngiliz aksanıyla konuşan kuklası ile yapması filmin en çok kendine hayran bırakan, "Şahane bir fikir yakalamışlar," dedirten noktaları. Açıkçası filmle ilgili diğer unsurlar bu fikir kadar başarılı değil ve Beaver ve Mel Gibson'ın performansı da filmi bir noktaya kadar taşıyabiliyor. 

Anton Yelchin'in canlandırdığı büyük oğul Porter'ın babasına benzememeyi takıntı haline getirmesi ve okuldaki çocukların ödevlerini para karşılığında yazması dışında ne yazık ki hakkında derinlikl fikir edinebildiğimiz bir karakter olamıyor film boyunca. Jennifer Lawrence'ın canlandırdığı çok çalışkan, okul birincisi, cheerleader Norah'nın kendisinden mezuniyet konuşmasını yazmasını istemesiyle ancak karakterine dair ipuçları edinebiliyoruz. Nitekim Norah ile konuşmalarında yazdığı ödevlerden kazandığı paralarla üniversiteye kabul edilmeden önce bir seyahate çıkmak istediği belli belirsiz üzerinden geçilen bir konu oluyor. Brown Üniversitesi'ne gitmek istediği de. Aynı şekilde Norah da evde problemleri olan, resme kabiliyetli ama erkek kardeşinin ölümü ile başa çıkamayan bir karakter olarak belli belirsiz çiziliyor. Norah, okul birincisi, zeki bir öğrenci olmasına rağmen neden mezuniyet konuşmasını yazamıyor? Herkesin sandığı mutlu ve başarılı cheerleader imajının yalan olduğunu bildiği için mi? Yoksa geleceği için yine herkesin sandığı gibi büyük ümitleri olmadığı ve mezuniyetten kaçtığı için mi? Bunlar cevaplanmayan, dolayısıyla filmin iki ana karakterini -Porter'ı da ne yazık ki Norah üzerinden tanıdığımızdan- skeç düzeyinde kalmaya iten noktalar. Porter'ın öğrencilere para karşılığında ödev yazdığı için Brown Üniversitesi'ne kabul edilmemesi konusunun şöyle bir üzerinden geçilmesi, Norah ile Porter'ın neden sevgili oldukları ile ilgili inandırıcı bir diyalogun bulunmaması, bir de Norah'nın nereden çıktığı belli olmayan filmin temasını özetlediği mezuniyet konuşması filmin tüm tutarlılığını alt üst ediyor. The Beaver depresyon üzerinden komik ve kendine has bir aile draması mı yoksa filmin sonunda izleyiciye bir buçuk saat boyunca anlattıklarını bir monologla hap şeklinde sunan bir Hollywood klişesi mi, çözmek pek mümkün olmuyor. Dolayısıyla, Jodie Foster'ın hem oyuncu -Walter'ın karısı Meredith rolünde Foster. Yazının bu noktasına kadar kendisinden hiç bahsetmeyişim filme hiçbir artısı ya da eksisi olmayışından- hem de yönetmen olarak karşımıza çıktığı The Beaver, güzel niyetlerle, iyi bir fikirle yapılmış ama iyi işlenmediği, yani senaryosu yeterince iyi olmadığı için potansiyelini aktüele geçirememiş, ortalama bir film. Mel Gibson'ın performansı ve kuklanın komik birkaç anı için izlenebilir. 

11.3.12

Young Adult: Diablo Cody ve Jason Reitman Usülü Yetişkin Ergenliği


Diablo Cody ve Jason Reitman'ın ilk iş birliği Juno olunca ve tekrar birlikte çalıştıklarını okuyunca insan heyecanlanmadan edemiyor. Nitekim Juno çok orijinal, şahane diyaloglu ve eğlenceli bir işti dönemi için ve Diablo Cody'yi zirveye taşıdı. Cody Juno'yla Oscar almakla kalmadı, kendine hem indie hem de mainstream bir takipçi kitlesi edindi. Her ne kadar sonrasında izlediğim tek uzun metraj işi Jennifer's Body olduğundan (ve yine orijinal premise'ine rağmen Jennifer's Body ilginç bir denemenin ötesine geçmediğinden) Cody konusunda temkinli olsam da bir arkadaşımın United States of Tara'ya bayılması ve Charlize Theron'un Young Adult'taki performansı ile ilgili okuduğum çok iyi yorumlar ve de üstte gördüğünüz şahane film posteri beni tavlamaya yetti, sonunda oturup izledim filmi. 
Filme de adını veren Young Adult türü popülerliğini yitirmiş bir serinin ghost-writerlığını yapan Mavis Gary, zamanını reality tv ve fast food ile geçiren, son derece boş, anlamsız ve yalnız bir hayat sürdüren "büyümemiş" mutsuz bir kadındır. Büyümemiştir, çünkü hayatı hala yetişkinlerin büyürken öğrendiği birçok üsturuptan yoksundur. Mavis Gary hala lisedeyken olduğu mean-girl'dür, sapına kadar kötü, bencil, sorumsuz, pis bir orta yaşlıdır ve nasıl olduysa kendine edindiği yazarlık işi sayesinde kısmen başarılı bir kariyere sahiptir. Film boyunca kendisine başarı getiren, gerçekten de çoğu ürünü çöp olan YA roman serisinin son kitabını yazarken izleriz ara ara onu. Yazdıkları ile Mavis Gary arasında pek bir fark yoktur, ancak yine de kötücül "akıllı" bir kadın olduğundan restoranlarda, kahve kuyruklarında duyduğu gerçek ergenlerin saçma-sapan diyaloglarından kendine ilham alır. İşin en komik tarafı da yaptığı işten nefret etmemesi, yazdıkları ile kendi hayatı arasında paralellikler kurabilmesi, 40'ına yaklaşmış bir kadın olarak hayatında olup bitenlere karşı sıfır bir içgörüsü olmasıdır.


Mavis'in hayatında kısmi bir değişikliğin başlaması, neyse ki filmin başlarında, yine yazma seanslarından birinde bir arkadaşından aldığı bir maille başlar. Mavis'in lise aşkı Buddy ile karısının bir kızı olmuştur. Bu mail üzerine Mavis, son derece acıklı bir one-night stand'in üzerine kendini Buddy'nin onun hayatının aşkı olduğuna ve ne olursa olsun birlikte olmaları gerektiğine inandırır. Buddy'nin lisedeyken kendisi için hazırladığı karışık kaseti de yanına alır ve yola çıkar. Bundan sonra başına gelenler ve yaptıkları ise filmin en traji-komik anlarını oluşturur. Buddy tabi ki yeni çocuğu olmuş, karısıyla mutlu bir adam olarak Mavis'e aynı hisleri beslememektedir. Hayatı, bebeklerin sıkıcı olduğunu düşünen Mavis'inki gibi berbat değildir. 
Bu son derece komik ve kağıt üzerinde izlemesi keyifli olacağı izlenimi veren senaryo, ne yazık ki filme yansımıyor. Young Adult, Charlize Theron'un mükemmel oyunculuğu, senaryosunun sıfır klişe içermesi ve beklediğiniz karakter gelişiminin filmin sonunda gerçekleşmemesi gibi pozitif -çünkü bazı insanlar asla büyümez- yanlarına rağmen insanı bunlarla ya da başka zeka pırıltılarıyla eğlendiren bir film değil. Charlize Theron'un şımarık, çekilmez hatta tamamen kötü yürekli Mavis rolündeki şahane performansı bile, açıkçası filmle ilgili sizi eğlendiren bir yön bulmak için kendinizi zorlamadığınız sürece ilk 45 dakikadan sonra etkisini yitiriyor. Yardımcı rollerde Patton Oswalt, Patrick Wilson en az Theron kadar iyiler, Buddy'nin karısı rolündeki Elizabeth Reeser bu filmde gördüğüm için sevindiğim, daha fazla işle karşımıza çıkmasını dilediğim bir oyuncu, ancak onlar da filmi benim gözümde "kurtarmıyor". İster istemez, acaba Mavis biraz toparlansaydı, biraz Mercury'yi değil de kendini suçlasaydı, filmin sonuna doğru azıcık kendini gösteren o içgörü pırıltısını yitirmeseydi nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Ama sonra da diyorum ki, o zaman Young Adult'ın işlevinin altını biraz daha oymuş, çukurunu biraz daha kazmış olmaz mıyız?
Kısacası, orijinal, indie, iyi oyunculuk içeren bir film izlemek istiyor, izlediğiniz şeye duygusal yatırımda bulunmuyor, filmin kafası karışık tonundan rahatsızlık duymayacağınızı düşünüyorsanız tavsiye ederim. Nitekim, bence, Diablo Cody'nin Juno ile yakaladığını hak ettiğini kanıtlaması için daha çok yolu var gibi.. 


4.3.12

Skins'in 6. Sezonu Tam Gaz Devam Ederken: İşler Daha Ne Kadar Çığırından Çıkabilir?


DİKKAT: Bu yazı spoiler içermektedir. 

Bazen bir grubu, oyuncuyu, yazarı bir işinde o kadar çok beğenirsiniz ki, diğer işlerini, asla sizin için biricik olana yaklaşmasa da takip etmekten, dinlemekten, izlemekten, okumaktan kendinizi sorumlu bellersiniz. Bu yazımın konusu olan Skins de benim o türden bir -sevimsiz bir kelime de olsa- sorumluluk hissettiğim bir proje. İlk iki sezonu, yani ilk jenerasyonu o kadar iyi, ve benim o zamana kadar izlediğim gençlik dizilerinden o kadar farklı idi ki, sonraki sezonlara ve jenerasyonlara kayıtsız kalamadım. İkinci jenerasyonu da sevdim zamanla, hatta dördüncü sezonda iyice benimsedim. O jenerasyondan Lily Loveless gibi oyuncuların kariyerlerini de takip etmeye çalışıyorum hatta. Ancak üçüncü jenerasyon, başta senaryo ve projenin kendini tekrarlamaya başlaması olmak üzere en zayıf jenerasyon olunca, benim için durum demin bahsettiğim sorumluluktan ibaret oldu ve açıkçası özellikle bu sezonu, yani 6. sezonu bayaa bir boşladım. Sezon açılışının da yarattığı hayalkırıklığı ile son 5 bölümü son derece beklentisiz bir şekilde bu haftasonu izledim ve beklenmedik bir şekilde beğenince de üzerine birkaç kelam edeyim istedim. 



Grace'in talihsiz bir kazaya kurban gidişiyle sonlanan sezonun ilk bölümü, açıkçası önceki beş sezon boyunca yeterince izlediğimiz dejenere ergen parti & uyuşturucu temasının tamamen komediden ve Skins'i Skins yapan tonunundan yoksun işlenmesi dolayısıyla beni çok sıkmış, "Bu artık izlenmez," dedirtmişti. Özellikle de Franky ve Matty'nin ne idüğü belirsiz, varoluş kaygısı olarak verilmeye çalışılan ilişki problemleri de bunun üzerine eklenince sezondan tamamen umudumu kesmiştim. Tamamen yanılmışım meğerse :) Bu sezonu, biraz trajikomik ama Grace'in ölümü kurtarıyor ve ondan sonraki tüm bölümler, en azından şimdiye kadar yayınlanan bölümler, Grace'in ölümü üzerinden grubun nasıl içinden çıkılmaz bir bunalıma ve dağılmaya girdiğini, Skins'e yaraşır bir kaos ve drama ile işliyor. Ve tüm bu bölümler boyunca bu kaosu, karakterlerin yaşadıkları bu çöküşü sorgulatmayacak bir başarıyla işliyor. Grace'in tüm grubu bir arada tuttuğunu ve onun yokluğunun tüm dinamiği nasıl paramparça ettiğini, Rich'in içler acısı bölümünden başlayarak izliyorsunuz. Açıkçası Rich'in Grace'in ölümünü kabul edemeyip halisülasyon görmeye başladığını anladığımız bölümü, kurgusuyla ve duygusallığıyla bana ilk jenerasyonun o şahane tonunu bile hatırlattı. Aynı şekilde, Mini'nin berbat aile durumu, hamile olduğunu kabul edememesi, asla istediği hayata sahip olamayacağını göremeyip hayatın ona sunduğu anne, sevgili (yani Alo) ile yetinememesi ve son olarak babası tarafından tekrar yüzüstü bırakılması, Skins'in realizm yoksunu ergen tasviri ününü yerle bir edecek kadar kuvvetliydi. Onun bölümünde Alo ile ilişkisi ile ilgili gördüklerimiz bugün yayınlanacak Alo bölümünü nasıl etkileyecek çok merak ediyorum.



Şimdiye kadar yayınlanan bölümlerde karakterlerin taşındığı yer açısından beni en çok şaşırtan ya da o karakter için ne kadar tutarlı bir gelişim olduğunu düşündüren Franky için bu sezon çizile portreydi sanırım. Geçtiğimiz sezonda asosyal, iletişim problemli, cinsel kimliğinden bihaber olarak çizilen Franky, bu sezonda açıkçası bana drama eksikliğinden ikinci bir Effy'ye dönüştürüldü gibi geldi. Matty ile olan ilişkisinin bu kadar çabuk tüketilmesi, kendini hemen bir başka aşkın kollarına, yani uyuşturucu taciri, şiddet eğilimli Luke'a atması, onu da bir bölümde tüketip, üstüne de durduk yerde Nick'in Franky'yi hayatının aşkı ilan etmesi açıkçası tutarsızlıklar silsilesinden başka bir şey değil. Bu kadar dram, dolayısıyla tempolu bir hikaye ilerleyişi ve tüm bunların felaketten başka bir şeyle sonuçlanmayacağının seyirci için aşikar olması tam bir Skins klasiği ama bunların kaynağı olarak Franky'nin seçilmesi beni açıkçası hiç ikna etmedi :) Liv ya da Mini, erkeklerden de Matty sanki tüm bu "hızlı yaşa genç öl"e daha uygundu. 
Kısacası, Skins izleyenleri için son derece eğlenceli, zaman zaman eski sezonlardaki tadı hissettirecek, önemli gençlik problemlerine dikkat çeken, tamamen soap-opera kıvamında bir sezon 6. sezon ve tam gaz devam ediyor. Her Skins jenerasyonundaki "Acaba kim ölecek?" sorunsalını bu sezon başından çözdükleri için işler ölümle bitmeyecek diye tahmin ediyorum ama daha ne kadar kötü şey olabilir açıkçası merakla bekliyorum. Bugün yayınlanacak Alo'nun bölümünden sonra geriye üç bölüm kalıyor. Matty'nin bölümünün sondan bir önceki bölüm olması son bölümde Nick ve Franky arasında yaşananlar sonrası açıkçası son derece manidar :) 
Son bir not olarak ekleyeyim: Bunun Skins'in son sezonu olması bekleniyor. Dolayısıyla bizi tam bir Skins sonu, yani büyük bir trajedi bekliyor bence. Siz ne dersiniz? :) 

1.3.12

21 Şubat 2012 St Vincent Konseri

Bir hafta geç yazılmış bir konser yazısının ne kadar kıymet-i harbiyesi olacaktır bilmiyorum, nitekim konserle ilgili bir şeyler okumak niyetiyle internette yazı arayanlar muhtemelen o işi konserden sonraki gün, bilemediniz iki gün sonra yapmış, kısacası yorum, paylaşım vs ihtiyacını çoktan gidermiştir. Amma velakin, bir yerlere ulaşsın ya da ulaşmasın, konserde çektiğim fotoğraflara ancak haftasonu ilgi gösterebildiğimden benim yazı aşkım yeni depreşti ve ancak şimdi yazabilecek zamanı bulabiliyorum :)
Öncelikle şunu söyleyeyim, St Vincent'ın Strange Mercy Avrupa turu kapsamında İstanbul'a da uğrayacağı haberini okuduğumdan beri bu konserle ilgili beklentilerim ve heyecanım son derece yüksekti. (O vakitler de Cat Power rezilliği henüz yaşanmadığından bir konserle ilgili herhangi bir negatif beklentiye girmemi gerektiren bir şey de olmamıştı zaten.) Strange Mercy son zamanlarda dinlediğim en iyi albümlerden biri olmasının yanı sıra en çok dinlediğim albümlerden de biriydi, Annie Clark çeşitli canlı performans videolarından gördüğüm kadarıyla sahnede mükemmeldi, Strange Mercy önceki albümlerine de bayıldığım göz önünde bulundurulursa, açıkçası bir konser için bu kadar güzel hissiyat toplamı = bundan iyisi şamda kayısı gibi bir durum söz konusuydu benim için.


Bunca kişisel ve belki de gereksiz ayrıntıyı neden  anlattığıma gelirsek.. Söz konusu olan bir kültür-sanat ürünü olunca beklentinin realiteyle uyuştuğu anlar bu ürünlerin takipçileri için son derece nadirdir. Dikkat edin, ne zaman arkadaşlar arasında bir film, albüm, kitap sohbeti olsun, mutlaka biri "Hakkında okuduğum kadar iyi değilmiş," ya da "Beklediğim gibi çıkmadı," der. Eminim St Vincent konseri de katılımcılarından bazıları için öyle olmuştur ama kendi adıma beklentilerimin karşılandığı hatta aşıldığı, "İşte konser böyle olmalı, işte bunun için canlı müzik bambaşka, işte bunun için bu kadar para verdik," dediğim, son derece eğlendiğim, karşımdaki müzisyenin dinleyicisini çok önemsediğini, orada olmaktan çok mutlu olduğunu, İstanbul'da olmanın onun için önemli bir şey olduğunu hissettiğim bir gece oldu benim için. Dolayısıyla, St Vincent sevgim, albümlerini, özellikle de Strange Mercy'yi dinlerken aldığım zevk bu konser sayesinde artık çok daha bambaşka bir sevgi, çok daha büyük bir zevk. 


Konser, Strange Mercy'den ilk dinleyişimden itibaren favorim olan Surgeon ile başladı ve ağırlıklı olarak yine Strange Mercy'den şarkılarla devam etti. Annie Clark'ın seyirciyle iletişimi ve enerjisi çok yerindeydi bütün gece boyunca, ister istemez bütün tur boyunca böyle olup olmadığını sorgulattı bana. Şarkı aralarında çalacağı sonraki şarkının hikayesinden ya da İstanbul'da neler yaptığından bahsetti. Salon'un üst katında ayaklarını balkondan sallandırarak oturmuş izleyicilere "Çok sevimli görünüyorsunuz o halinizle," dedi, grupça hamama gitme hikayelerinden bahsetti. Sonlara doğru kendini kaybetip seyircilerin arasına atladı, o vakte kadar önlerde olduğumuz için sevinen ben ve arkadaşlarım arkada kalan ve o neler olduğunu bizden daha iyi görebilenleri bayaa bir kıskandık :) Sahneye geri döndüğünde de gitarını sahneden attı, ve sanırım izleyicilerden biri o an ufak bir kaza geçirdi çünkü konser sonunda Annie'nin sahne önüne ilerleyip "İyi misin? Özür dilerim," gibi şeyler söylediğini duyduk. Ancak bu sahnede kendini kaybedip seyirci yaralama :) durumu İstanbul'a özel değilmiş, nitekim birkaç gün sonra Twitter'da Londra'da da birini seyircilerin üzerine atlarken tekmelediğini okudum :)) Gülüyorum çünkü İstanbul'daki şahane konserinden sonra bana o tekme bile sinir bozucu ya da talihsiz gelmiyor. Tekmeyi yiyene de gelmemiş yine Twitter'daki konuşmalarından çıkardığım kadarıyla. 
İzleyicinin de keyfinin son derece yerinde olduğunu, Paris is Burning ve Cruel'ın özellikle çok istek alan şarkılar olduğunu da söyleyeyim. Cruel tabi ki çalındı ancak Paris is Burning kursaklarda kaldı. Ben favori şarkılarımdan olmasa da Marry Me'yi de dinlemek isterdim ama playlistlerinde yoktu sanırım ki çalmadılar. Hiç aklımda olmamasına rağmen Marrow en çok eğlendiğim şarkı oldu. Bis'teki The Party ise bambaşkaydı.. Bir saati aşkındır sahnede olmasına rağmen o kadar vokal ağırlıklı bir şarkıyı alnının akıyla detone olmadan söylemesi de açıkçası takdire şayandı. 
Kısacası bir daha gelse bir daha gitmeyi ciddi ciddi düşündürecek, müziği ve kendisi hakkında bütün hislerimi/düşüncelerimi bambaşka bir seviyeye yükseltmiş, beni "hayran" yapan bir konserdi. Çok yaşa Annie Clark!

Önemli Not: Fotoğraflar tarafımdan çekilmiş olup tüm hakları yine bana aittir. Kullanmak isterseniz lütfen herseyaydinlandi@yahoo.com a mail atınız. Teşekkürler!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...