18.3.12

The Beaver: Orijinal ile Klişe Arasında


Bu haftasonu izlemek istediğim filmleri düşünürken The Beaver aklımın ucundan bile geçmemişti aslında. Uzunca bir süre önce sadece Jennifer Lawrence'ın filmde nasıl olduğunu merak ettiğimden ve kendisine sadece X-Men'de izlediğimden indirmiş, son derece depresif posteri yüzünden de "Bir gün izleyesim gelirse izlerim, olmadı da silerim," demiştim içimden. Bu, The Beaver gibi bir filmin, hakkında çok az şey bilen ortalama bir izleyici için ne kadar çekici olduğu konusunda size bir fikir verebilir. Filmin sinopsisi de açıkçası kendisine çok yardımcı olacak cinsten değil: Her şeyi olan Walter Black içine girdiği klinik depresyondan bir türlü kurtulamamaktadır. Mutlu bir ailesi, kendisini seven bir karısı vardır, babasından kendisine kalmış olan şirketler zincirinin CEO'sudur. Ancak bu hastalık hayatını o kadar cehenneme çevirmiştir ki, kendisini hala seven karısı iki oğlunun sağlığı adına onu evden kapı dışarı etmek zorunda kalır, büyük oğlu ona benzememeyi takıntı haline getirecek kadar babasından nefret etmektedir. Küçük oğlu ise içine kapanık bir çocuğa dönüşmüştür. 
İşte tam bu acıklı durumun ortasında bir de depresyonuyla kendi başına mücadele etmek zorunda kalan Walter birkaç intihar denemesinden sonra evden ayrılırken yanına aldığı kuklada kendine bir çıkar yol bulur. Bir sabah eline geçirdiği kukla -film boyunca anılan adıyla The Beaver yani kunduz- ile kendi kendine konuşmaya başlayan, çevresiyle de o kukla üzerinden iletişim kuran Walter hayatını tekrar yoluna koyabilecek, ailesine geri dönebilecek, sonunda hayatını tepetaklak eden depresyondan kurtulabilecektir. En azından öyle sanmaktadır :) 
Filmin buraya kadarki öyküsü ve Mel Gibson'ın mükemmel performansı filmle ilgili en başarılı ve orijinal noktalar. Walter'ın depresyonla mücadelesi, çaresizliği, elindeki kukla üzerinden de olsa hayatını toparlayabilemek için çabalaması ve bunu da İngiliz aksanıyla konuşan kuklası ile yapması filmin en çok kendine hayran bırakan, "Şahane bir fikir yakalamışlar," dedirten noktaları. Açıkçası filmle ilgili diğer unsurlar bu fikir kadar başarılı değil ve Beaver ve Mel Gibson'ın performansı da filmi bir noktaya kadar taşıyabiliyor. 

Anton Yelchin'in canlandırdığı büyük oğul Porter'ın babasına benzememeyi takıntı haline getirmesi ve okuldaki çocukların ödevlerini para karşılığında yazması dışında ne yazık ki hakkında derinlikl fikir edinebildiğimiz bir karakter olamıyor film boyunca. Jennifer Lawrence'ın canlandırdığı çok çalışkan, okul birincisi, cheerleader Norah'nın kendisinden mezuniyet konuşmasını yazmasını istemesiyle ancak karakterine dair ipuçları edinebiliyoruz. Nitekim Norah ile konuşmalarında yazdığı ödevlerden kazandığı paralarla üniversiteye kabul edilmeden önce bir seyahate çıkmak istediği belli belirsiz üzerinden geçilen bir konu oluyor. Brown Üniversitesi'ne gitmek istediği de. Aynı şekilde Norah da evde problemleri olan, resme kabiliyetli ama erkek kardeşinin ölümü ile başa çıkamayan bir karakter olarak belli belirsiz çiziliyor. Norah, okul birincisi, zeki bir öğrenci olmasına rağmen neden mezuniyet konuşmasını yazamıyor? Herkesin sandığı mutlu ve başarılı cheerleader imajının yalan olduğunu bildiği için mi? Yoksa geleceği için yine herkesin sandığı gibi büyük ümitleri olmadığı ve mezuniyetten kaçtığı için mi? Bunlar cevaplanmayan, dolayısıyla filmin iki ana karakterini -Porter'ı da ne yazık ki Norah üzerinden tanıdığımızdan- skeç düzeyinde kalmaya iten noktalar. Porter'ın öğrencilere para karşılığında ödev yazdığı için Brown Üniversitesi'ne kabul edilmemesi konusunun şöyle bir üzerinden geçilmesi, Norah ile Porter'ın neden sevgili oldukları ile ilgili inandırıcı bir diyalogun bulunmaması, bir de Norah'nın nereden çıktığı belli olmayan filmin temasını özetlediği mezuniyet konuşması filmin tüm tutarlılığını alt üst ediyor. The Beaver depresyon üzerinden komik ve kendine has bir aile draması mı yoksa filmin sonunda izleyiciye bir buçuk saat boyunca anlattıklarını bir monologla hap şeklinde sunan bir Hollywood klişesi mi, çözmek pek mümkün olmuyor. Dolayısıyla, Jodie Foster'ın hem oyuncu -Walter'ın karısı Meredith rolünde Foster. Yazının bu noktasına kadar kendisinden hiç bahsetmeyişim filme hiçbir artısı ya da eksisi olmayışından- hem de yönetmen olarak karşımıza çıktığı The Beaver, güzel niyetlerle, iyi bir fikirle yapılmış ama iyi işlenmediği, yani senaryosu yeterince iyi olmadığı için potansiyelini aktüele geçirememiş, ortalama bir film. Mel Gibson'ın performansı ve kuklanın komik birkaç anı için izlenebilir. 

No comments:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...