26.12.11

American Horror Story Tüylerinizi Diken Diken Edecek!


DİKKAT: BU YAZI SPOILER İÇERİR!

Ağırlıklı olarak Glee ile tanınan Ryan Murphy'nin yeni bir dizinin yapımcılığını yaptığını okuduğumda açıkçası pek umursamamıştım. Glee'yi 2. sezonunun ortasında son derece sıkılarak izlemeyi bırakmış, Nip/Tuck'a ise hiç bulaşmamıştım; dolayısıyla bu yeni proje ile ilgili başlangıçta beni tek çeken şey adı oldu. Ancak yine merakıma dayanamayarak ilk bölümünü izledim ve resmen vuruldum. Sonrasında da her hafta düzenli olarak indirerek izlemeye devam ettim ve her hafta bir diğer bölümü beklerken daha da heyecanlandım. 
Şimdi burada diziyi izlememelerine rağmen, hatta spoiler uyarısına rağmen, bu yazıyı okuyanlara ufak bir not düşeyim; bu söylediklerim size American Horror Story'nin bir başyapıt olduğunu filan düşündürtmesin, çünkü kesinlikle değil. Dizinin konusu, karakterleri, tüm sezon boyunca işledikleri, aile dinamikleri, bunların hiçbiri yeni değil. Orijinal değil demiyorum, malum kaypak kavramlar bunlar, ama kesinlikle dizinin malzemelerini tek tek düşündüğünüzde ortada sizi şaşırtacak bir şey yok. Hatta dizinin Rosemary's Baby ve The Shining referanslarını görmezden gelmek mümkün değil. Ancak buna rağmen hikayesi çok bütünlüklü, en başından beri ne anlatacağını, hikayesini nereye götüreceğini bilen insanların elinden çıktığı çok belli ve karakterler arasındaki ilişkiler çok başarılı işlenmiş.


Filmi başa sararsak, American Horror Story, Los Angeles'taki, hatta Amerika'daki, nadir karakterli binalardan birinde geçiyor ve 1920lerde inşaa edilmiş, bu anlamda neredeyse tarihi eser muamelesi gören bu ev ve eve yeni taşınan, problemli Harmon ailesinin hikayesini anlatıyor. Yani dizi boyunca hem evin hem de Harmon ailesinin hikayelerini izliyoruz. Değerinin çok altına satılan, Los Angeles'taki "murder tour"ların bir parçası olan, içinde sayısız cinayet işlenen bu ev, başına gelen trajedilerle evil bir enerji alanına dönüşmüş, içinde ölenleri kendine hapsetmeye başlamıştır. Her biri büyük acılar çekmiş, haksız ve eceli gelmeden ölmüş bu hayaletler ya öldüklerinin farkında değillerdir, ya da kendi acılarını başkalarına da yaşatmaya kararlılardır, bu da Harmon ailesinin başına gelenlerle bize aktarılır. 
Dizinin en başarılı taraflarından biri de kesinlikle bu çok katmanlı anlatısı. Harmonlar'ın ihanet-ergen çocuk-orta yaş bunalımlı çift ekseninde gelişen kendini çabuk tüketmeye meyilli hikayesi, evin hikayesi ile birleşince izleyiciyi sıkmıyor. Evin öyküsü Harmonlar'ın öyküsüne bazen ayna tutuyor, günümüzden ve sıradan problemleri olan bir ailenin "trajedisine" gerçek trajedilerle karşıt bir anlatı oluşturuyor. 


Ayrıca, Harmon ailesinin nevrotik dinamiği, Constance'ın adeta eski Yeşilçam aktristi davranışları, entrikaları, evde yani diğer adıyla murder house'da "yaşayan" hayaletlerin trajedileri, o hayaletlerin kurbanları ve bunların hepsinin bir araya getirdiği curcuna.. Bunlar, o kadar başarılı bir drama yaratıyor ki, ve bu drama o kadar başarılı, old-school bir korku öğesi ile işleniyor ki.. Sizi bilmem ama ben uzun zamandır bu kadar başarılı bir korku işi izlememiştim televizyonda. Genelde TV'de başarılı drama ve bilim-kurgu & korkuyu bir araya getirmek zordur. Yani bir diziyi izlerken bunlardan birinden birini diğerine yeğler, ve ağırlıklı olarak onun için izlersiniz. American Horror Story öyle bir ton yakalamış ki, korkuyu yaratan öykünün yanı sıra karakterlere de bağlanıyor, yaptıklarının arkasında yatan motivasyonu merak ediyor ve yaptıkları korkunç şeylere, saçma kararlarına rağmen onları önemsemeden edemiyorsunuz. Tate ile Violet'in ilişkisi, normal şartlar altında tüylerinizi diken diken edecek, üvey babasını ateşe vermiş, lisesindeki öğrencileri tüfekle vurmuş Tate gibi bir sosyopata sempati ile yaklaşmaya, Constance'ın asla istediği ve hak ettiği hayata, üne ve tabi ki eve sahip olamaması, normal şartlar altında kibirli, yaşlı ve yaptıklarının cezasını çektiğini düşüneceğiniz bu kadının şanssızlığına üzülmenize, Larry'nin Constance'a olan karşılıksız aşkı ise, kendi çocuklarını öldürmüş bir caniyi bile anlamaya çalışmaya itiyor sizi. Hatta bazen bu iç içe öyküler ve Jessica Lange, Evan Peters, Denise O'Hare gibi mükemmel oyuncuların performansları dizideki korku öğesinin önüne geçiyor. O bölümde nasıl bir katliam, vahşet (abartmıyorum inanın :) ) ile karşı karşıya kalacağınızı değil, bu kimisi ölü kimisi diri karakterlere neler olacağınızı düşünerek ekran karşısına geçiyorsunuz.


Ben bir korku-sever olarak açıkçası dizinin korku öğesinden çok etkilenmedim. Yani hiç ışıkları açık bırakıp uyumaya ya da izlerken gözlerimi kapatmaya yeltenmedim. Bu benim bu anlamda kaşarlanmış olmama ya da dizinin demin bahsettiğim gibi oyuncu performanslarının daha ön plana çıkmasına yorulabilir. Ancak bir gerçek var ki, çok fazla görsel efekte yaslanmayan ve geçmiş, yaşanmış trajediye odaklı bir öyküsü olduğundan American Horror Story'nin izleyenleri zaman zaman rahatsız etmesi, gece izlemekten kaçınmaya itmesi çok doğal. Dolayısıyla yazımı buraya kadar ısrarla okumuş diziye yabancılara önerim bu anlamda temkinli olmaları, hiç olmadı izlerken yanlarına birini almaları yönünde olacak. Yine de, korku lafının kendisi bile aklınızın çıkmasına sebep olmuyorsa, mutlaka bir şans verin izleyin derim kesinlikle. Çünkü, dizinin bu oyuncu ve karakter kadrosuyla serüveni bu 12 bölümle sona erdi ve ne yazık ki American Horror Story bu 12 bölümde tıkır tıkır işlemiş dengeyi tekrar tutturamayabilir. Ryan Murphy geçtiğimiz günlerde dizi izleyicilerini büyük bir hayalkırıklığına uğratarak önümüzdeki sezonun başka bir lokasyonda (bu ev olmak zorunda değilmiş!) farklı karakterlerle devam edeceğini açıkladı. Bazı oyuncuların geri dönmesi söz konusuymuş; ancak tamamen farklı karakterleri canlandıracaklarmış. O ne mi demek? Valla Ryan Murphy bu. Glee'ye yaptıklarından sonra bu adamdan her şey beklenir! :) 


Son not: Violet'i canlandıran Taissa Farmiga ve Tate'i canlandıran Evan Peters'ı Twitter'da da takip edebilirsiniz.

24.12.11

Misfits'in 3. Sezonunun Ardından

DİKKAT: BU YAZI SPOILER İÇERİR!

BAFTA ödüllü İngiliz dizisi Misfits'in 3. sezonu geçtiğimiz pazar sona erdi. Son bölümü dün izleyebildim ve dizinin büyük bir hayranı olarak bu sezona dair fikrim tamamen pekişmiş oldu: Hayalkırıklığı. 
Öncelikle, Misfits hayranlarının gazabına uğramamak adına en sonda söyleyeceğim şeyi en başta söyleyeyim: 3. sezon çok başarılı bir sezondu, iyi bir televizyon işiydi ve yine iyi yazılmış, iyi işlenmiş bölümlerle buluşturdu bizi. Ancak bunların hiçbiri, bundan önceki iki sezonda karşımıza çıkan, Misfits'i Misfits yapan tonu yakaladığı, bir adım ileriye taşıdığı ve bize baş rolündeki oyuncuyu yitirmiş bir dizi olduğunu unutturduğu anlamına gelmiyor. 
Ne kadar başarılı bir iş olursa olsun, her TV projesi, ana karakterlerinden birini oyuncunun seçimi dolayısıyla kaybetmek zorunda kaldığında tökezler. Nathan, Misfits için önemli bir karakterdi, dizinin absürd-sinir bozucu- ama yaratıcı-komik tonunu neredeyse kendi başına sırtlanıyordu ve onun diziden ayrılması bu tona büyük bir sekte vurdu. "Yerine" gruba dahil olan Rudy, her ne kadar bu anlamda başarılı bir karakter olsa da, sanırım "neden böyle olduğunun" hiç açıklanmaması sebebiyle, dizinin en iyi işlenmiş, öyküsü enine boyuna işlenmiş yegane karakterlerden birinin eksikliğini dolduramadı. Ve yine sanırım bu sebepten olacak, dizi yazarları, bu anlamda iyi işlenmiş karakterlerine yaslandı. Kelly başlıca olmak üzere, Simon ve Curtis'e odaklanan yine oldukça iyi bölümler izledik. 


Burada küçük bir parantez açıp bir karakter olarak Alisha'ya ve dolayısıyla da Antonia Thomas'a yapılan haksızlıktan bahsetmek istiyorum. Iwan Rheon ile bu sezon diziyi bıraktığını açıklayan bir diğer oyuncu olan Antonia Thomas, aslına bakarsanız geç bile kaldı. İlk sezondan beri kendisine ait, karakterinin motivasyonunu ortaya koyan doğru düzgün bir bölüm izleyemediğimiz, sadece cinselliğini silah olarak kullandığı için o "güç"e sahip olduğunu bildiğimiz Alisha, hep ilişkileri ile diziye dahil edilen tam bir stereotype kadın rolünü üstlendi dizi boyunca. Zaten bu dizinin kadınlara verdiği "güç"leri şöyle bir düşününce karşınıza çıkan güçten ziyade lanet tablosu, Alisha'nın önce Curtis sonra da Simon ile olan ilişkisinden öte kendini gösterememesi ile de iyice pekişiyor ve işi Misfits'deki cinsiyet rolleri dağılımındaki soruna kadar götürüyor. Ben oraya şu an çok fazla bulaşmadan, dizinin bu sezondaki dram tonuna ve bunun bence neden bir hayalkırıklığı unsuru olabileceğine geri dönmek istiyorum.
Bölümler, Kelly, Simon ve Curtis'e odaklanınca, ve bu karakterler, malumunuz Kelly'nin dürüstlüğü, Simon'ın Alisha ile ilişkisi yüzünden trajik geleceği, Curtis'in yetenekli ama yolunu kaybetmiş atlet gibi yolu son derece kompleks ve dramatik çizilmiş karakterler olunca, dizi de ister istemez böyle bir ton kazandı. Rudy'nin malum çift karakterliliği, kadınlarla olan ilişkileri üzerinden başına gelen son derece komik durumları, Kelly'nin Hitler'i öldürmesi, Curtis'in kendisinden hamile kalması, lezbiyen ilişkisi vs gibi çok çok yaratıcı olduğu  hiçbir şüphe götürmeyen yan hikayeleri bile, ne yazık ki ağırlıklı dramayı dengeleyemedi. 


Bunu aşan, "Hah işte böyleydi bu dizi ya!" dedirten tek bölüm, benim açımdan 7. bölüm, yani Kelly'nin sonunda sevgilisi olmuş "power guy" Seth'in sevgilisini dirilttiği zombi bölümü oldu. Bu bölüm, bir yandan Seth'in ve bir trafik kazasında kaybettiği eski sevgilisinin içler acısı halini işlerken, bir yandan da başka bir dizide yan hikaye bile olamayacak cheerleaders ve zombi kedi meselesiyle insanı gülmekten ağlatacak kadar komikti. Bu bölüm,  dizi yazarlarının Robert Sheehan'ın ayrılması, efsanevi This is England'ın oyuncularından Joseph Gilgun'un izleyiciye doğru tanıtılması gibi kaygılardan arındıklarında eski-doğal elementlerini hala yakalayabildiklerini gösteren çok umut vaadedici bir bölümdü. Ta ki, son bölümde olanlara kadar.. 


Simon ve Alisha'nın ilişkisinin dizinin en büyük süprizlerinden ve geçtiğimiz sezonun en heyecan verici gelişmelerinden biri olduğunu kabul ediyorum. Ancak, geçmişe geri dönme, time-loop gibi meseleler, açıkçası hiç doğru düzgün dizide açıklanmadığından biraz havada kalmış ve ucu açık meselelerdi. Yani, Superhoodie Alisha'yı ölümden kurtarmak için gelecekten geliyor ve Alisha'nın Simon'a yani kendisine aşık olmasını sağlıyorsa, Simon ile Alisha'nın birlikte oldukları ve Alisha'nın ölmediği bir ana alternatif geçmiş/gelecek olması gerekir, değil mi? Kafanız mı karıştı? :) Karışması çok doğal, çünkü ne yazık ki bu hikaye örgüsü, dizi boyunca izleyiciye sadece inanılması gereken, rasyonel bir temele oturtulmayan, romantizmle süslenmiş bir hikaye olarak sunuldu. Son bölümdeki, Alisha'nın "bok yoluna gitti" denilecek kadar saçma ölümü, onun ölümüyle Simon'ın da bizim izlediğimiz zaman akışından bu şekilde çıkması, belki yazarların cesur ve başladıkları hikayeye sadık bir kararları olarak açıklanabilir. Ancak nihayetinde şöyle bir gerçek var ki, bu oyuncular diziden ayrılmasaydı, bu hikaye örgüsü, yine bir yere varmadan ve kaynağı hiç açıklanmadan sürüp gidecek, biz izleyicilerden de sadece "inanmamız" ve bu trajik aşk öyküsünün tadını çıkarmamız beklenecekti. Dolayısıyla, yazarlara bu kadar güvenemiyor ve bu gelişmeyi de dizinin geleceği adına kaygı verici bir adım olarak görmeyi tercih ediyorum ben. 
Önümüzdeki sezon diziyi bu bahsettiğim alanlarda kendini toparlamasını umarak izlemeye devam edeceğim; ancak sanırım ilk iki sezondaki yayınlandıktan sonraki gün büyük bir heyecanla izlemek için saat sayar halime pek kavuşmam mümkün olacak gibi görünmüyor. Sizlerin bu anlamda benden daha umutlu olduğunu ve bu sezonu çok daha keyifle izlediğini umarak American Horror Story'nin son bölümünü izlemek için huzurlarınızdan çekiliyorum :) Onunla ilgili yazım için de beklemede kalınız. 

19.12.11

Tam Bir Pazar Günü Filmi: Rocket Science


Genelde bir film, kitap ya da albüm ile ilgili bir şey yazma sürecim iki şekilde gelişiyor: 1) İzleyip, okuyup, çok beğeniyorum. Hakkında bir şeyler okuyorum -tamamen kendi keyfim için, yazı için gibi anlaşılmasın, o kadar disiplinli olabilsem keşke :)- sonra da birilerine anlatmak, hakkında konuşmak yetmeyince hemen oturup bir yerlere bir şeyler çiziktiriyorum. Bunların büyük çoğunluğu burada. 2) İzleyip, okuyup, dinleyip beğeniyorum, ama tam olarak ne hissettiğimden emin olamıyorum, hakkında pek laf etmiyorum, yine okuyorum bir şeyler hakkında, ve ondan sonraki gün hala etkisindeysem oturup bir şeyler yazıyorum. Bunların da büyük çoğunluğu burada yer alıyor/alacak.
Rocket Science, ikinci kategoriye giren bir film. Dün öğleden sonra izlemiş, hatta üstüne bir de Woody Allen'ın Manhattan'ını izlemiş olmama rağmen, bu pazartesi sabahı aklımda o Woody Allen klasiği, ya da biraz önce iş için okuduğum kitap değil de bu film var ve bunun bir sebebi olmalı diye düşündüğümden buradayım :)
2007 yapımı, son derece küçük bir film Rocket Science. Varlığından Anna Kendrick Twilight'ta ilgimi çekince haberdar olmuştum. (Catherine Hardwicke, bir röportajında Kendrick'i bu filmdeki performansı yüzünden Jessica rolü için seçtiğini söylemişti yanlış hatırlamıyorsam.)


Konuşma problemi olan Hal ile sevgilisi- takım partnerinin bir münazara sırasında tekleyip kalması sonucu kendine yeni bir partner arayan ve bu partnerin "sorunlu" birilerinden çıkacağına inanan Ginny'nin hikayesini ele alan film, Hal'in Ginny'ye aşık olmasıyla bambaşka bir ivme kazanıyor. Zaten Hal'in hayatı duygusal anlamda ailesi ve kardeşi yüzünden o kadar problemli ki, Ginny'ye aşık olmaması pek mümkün değil :) Ancak bu aşk, kekelemesini aşıp ülke çapında bir münazara yarışması (hızlı konuşma demek daha doğru aslında) kazanmasına, hatta onu da bırakın sınıfın önüne geçip konuşmasına ne yazık ki yetmiyor ve hırslı Ginny, istediğini elde etmek için münazara takımı çok iyi olan başka bir okula geçiyor. Filmin büyük bir kısmını da, Ginny'nin kendisini kullandığını anlayan Hal'in bu ihanetle başa çıkma hikayesi oluşturuyor. Ginny'yi can evinden vurmak isteyen Hal önce münazara işinde başarılı olmaya çalışıyor, olamayınca Ginny'nin evine bir çello fırlatıyor, kazandığı kupalardan birini çalıyor, en sonunda bir türlü onu unutamayınca eski sevgilisi-partnerini ikna edip ona karşı bir takım kuruyor. 


Filmin soundtrackinden sonra en güzel tarafı da, Hal'in bu aşık/gözünü intikam bürümüş hali. Lise birinci sınıf öğrencisi Hal, ilk aşkın sancılarını, ailesinden, kekeleme sorunundan dolayı son derece agresif bir şekilde yaşıyor ve de eline bu süreçte hiçbir şey geçmiyor. Tamam biraz kabuğunu kırıyor, kendine olan güveni yerine geliyor ama ne Hesher'deki gibi bir sabah kalkıp bambaşka biri oluyor, ne de Adventureland'deki gibi bir gece yarısı yağmurda New York'a gidip sevdiği kızla birlikte oluyor. O çok alıştığımız, çok da sevdiğimiz, hatta bize kendimizi iyi hissettiren film numaralarının hiçbiri yok bu filmde. Belki de bu yüzden çok az biliniyor, hakkında imdb'de bir trivia bile yok ve tumblr'da aradığınızda karşınıza bol efektli, benim de kullanmayı çok sevdiğim görseller çıkmıyor. Negatif algılanabilecek bu özellikler, neyse ki bu filmi çok daha gerçekçi, çok daha candan kılmış. Karakterleri gerçekçi, hikayesi gerçekçi, bunu da karamsara ya da dramaya bulaşmadan başarmış ve şahane soundtrackli küçük bir pazar günü filmi Rocket Science. İndie coming of age hikayeleri sevenlere duyurulur.

Clem Snide'dan Eef Barzelay'in bestelediği ve grubundan şarkılar kullandığı soundtrack'i için de buyurunuz: Rocket Science OST


12.12.11

Hesher: Hikaye Anlatmak Zor Zanaat


Seçtiğiniz form ne olursa olsun (edebiyat, film, müzik, hatta fotoğraf) bir hikaye anlatmak istiyorsanız, o hikayeyi iyi anlatmak istediğiniz sürece bazı seçimler yapmak durumda kalıyorsunuz. Hikaye kimin hikayesi, dolayısıyla kahraman kim, kahramanın sesi hikaye için ne kadar önemli, derece daha az önemli diğerlerinin rolü ne kadar önemli, kahramanı nasıl etkiliyorlar, daha doğrusu hikayeye nasıl hizmet ediyorlar? Bunlar daha buz dağının görünen kısmının 1000de biri bile etmeyecek kadar az sayıda seçimler... Ama bilinçli ya da bilinçsiz bu saydıklarım ve başka niceleri başkalarına, ya da başkaları benim saydıklarıma tercih ediliyor ki, sayısız değişkenin içinden tekil bir "anlatı" ortaya çıkabiliyor. 
Bir süredir oyuncuları (Joseph Gordon-Levitt ve Natalie Portman) dolayısıyla merak ettiğim ve dün sonunda izleyebildiğim Hesher hakkında gün boyunca aklıma ara ara takılan "Aslında beğendim, iyi de vakit geçirdim, oyunculuklar da çok iyiydi, peki eksik olan neydi, niye etkilenmedim, niye vurulmadım?" sorularına cevap ararken cevabın bu tercihlerde gezindiği kanısına vardım. Çünkü Hesher, kendine seçtiği hikayeyi ortaya çıkarırken bazı seçimleri çok doğru yapmış, bazılarını ise es geçmiş, dolayısıyla kült olmanın ucundan dönmüş kendince başarılı bir film. Neden mi bahsediyorum? :) Filmi henüz izlememiş olanlar için mümkün mertebe az spoiler ile derdimi anlatmaya çalışayım.


Film, adının sonradan TJ Forney olduğunu öğreneceğimiz tahminen ortaokula giden, yani maksimum 14 yaşındaki bir çocuğun bakış açısından açılıyor. Annesini korkunç bir trafik kazasında kaybetmiş, babası bu kazadan sonra ağır bir depresyona girmiş, artık babası ile birlikte yaşlı büyükannesinin yanında yaşayan TJ'in hayatı, bir insanın hayatında başından geçebilecek en zor dönemlerden birinden geçmektedir. Bu da yetmezmiş gibi devamlı okuldaki bir çocuğun dayağına maruz kalmaktadır. Tam da daha ne kötü gidebilir ki derken sinirden boş sandığı evlerden birinin penceresine attığı bir taş, hayatına Hesher'i sokar. Joseph Gordon-Levitt'in neredeyse ürkütücü bir gerçekçilikle canlandırdığı Hesher, TJ'e olan "kininden" onu takip eder, yetmezmiş gibi TJ'in arkadaşı olduğunu iddia ederek Forneyler'in evine yerleşir. Forneyler, yani TJ'in babası ve büyükannesi, o kadar kamatoz bir varoluş sürdürmektedirler ki, hiçbiri şoke olmanın ötesinde -ki büyükannenin bunu bile yaptığı söylenemez :)- bir eyleme girişmezler bu konuda. Bu arada Hesher TJ'i takip etmeye, hayatını cehenneme çevirmeye, arasıra da ona yardım etmeye devam eder; ama Hesher akıldışıdır, tutarsızdır, hiçbir şeyden korkusu yoktur ve hayatını dünyada kendisinden başkası yokmuş gibi yaşar. Ne yapacağı pek kestirilemez. 


Hesher, bu saydıklarımdan filmin göbeğinde yer alıyormuş gibi görünse de,  aslına bakarsanız tüm film boyunca izlediğimiz, zamansız ve trajedik bir kayıpla paramparça olmuş bir ailenin dramını, küçük bir çocuğun annesinin ölümüyle bir türlü başa çıkamama süreci. Hesher, filmin başlarında (hatta motivasyonu, temeli hiç açıklanmadığı için film boyunca demek daha doğru) sadece kaos yaratmak için var gibi görünüyor. Yani TJ'in okulda dayak yediği çocuğun arabasını ateşe verip sonra TJ'in soruşturmaya çekilmesine sebep veren, yine TJ'i bu çocuktan dayak yemekten bir gün zorla kurtaran Nicole'ü "Burası amcamın evi," deyip soktuğu bir evde havuza atıp sonra evi yerle bir eden, sadece büyükanne ile olan sahnelerde kısmen derinlik kazanan Hesher'den fazlasını beklemek de pek mümkün değil gibi. Ben de izlerken beklemiyordum açıkçası. Nitekim, böylesine depresif bir kayıp öyküsüne zaman zaman comic relief sağlama konusunda bir karakter olarak çok başarılı da yazılmış gibiydi. Büyükanne ile olan bazı sahneleri özellikle beni böyle bir filmden beklemediğim kadar güldürdü. 


Ancak filmin ortalama son 20 dakikasında kendini gösteren, TJ'in ve babasının yaşadıklarına rağmen sahip olduklarının kıymetini bilip hayatlarına devam etmek için çabalamalarında Hesher'in de büyük bir rolü olduğu fikri, ne yazık ki Hesher'in canlı kanlı bir karakter olarak çizilmeyip bir ideal, hatta bir karikatür olarak kalması ile işlemiyor. Yönetmen ve senarist Spencer Susser, karakterine biraz daha derinlik katmayı tercih etseydi -ki bunu nasıl filmin tonunu, hızını değiştirmeden yapabilirdi derseniz benim de pek bir fikrim yok- bu fikir pek tabii işleyebilirdi ve karşımızdaki anlatı Little Miss Sunshine gibi çok başarılı bir kara komediye dönüşebilirdi. Bu haliyle, Hesher, oyunculuğu çok başarılı, enteresan bir bağımsız film olmanın ne yazık ki ötesine geçemiyor. Halbuki Joseph Gordon-Levitt karakterinin içinde o kadar kaybolmuş, o kadar Hesher ki, ve TJ rolünde Devin Brochu, TJ'in babası Paul rolünde Rainn Wilson ve Nicole rolünde Natalie Portman, o kadar iyiler ki... Rainn Wilson'ın Paul'ünün hali resmen içinizi parçalıyor, Natalie Portman'ın Nicole'ünün gerçekten o yaştaki bir çocuğu o kadar önemseyebilecek kadar büyük yürekli olduğuna neredeyse inanacak oluyorsunuz. Ancak ne yazık ki iyi bir oyuncu kadrosu, başarılı bir yönetmen, çok ilginç ve -iyi işlenebilirse- orijinal bir fikir bile bir filmi iyi film yapmaya yetmiyor. Anlamdan, anlatıdan kaçamadığımızın, hikaye anlatmanın ne kadar zor olduğunun ve hikaye anlatırken yapılan seçimlerin ne kadar önemli olduğunun sinemadaki en güzel örneklerinden biri Hesher. 

8.12.11

Yaratıcılıkta Sınır Tanımayan Bir İngiliz Dizisi Daha: The Fades

İlk düzenli izlediğim İngiliz dizisi neydi gerçekten şu an hatırlayamıyorum; ama bir gün bir şekilde, genelde bir sezonu komediyse 6, dramsa 8 bölümden oluşan bu dizilerle yolum kesişti ve o günden beridir de "İngiliz dizisi" deyince açıkçası beklentilerimi yüksek tutuyorum. Çünkü bu diziler, Amerika'ya nazaran daha özgürlükçü ve TV, sinema, müzik gibi alanlarda daha az tutucu Avrupa'dan çıktıklarından olsa gerek, kesinlikle türlerindeki Amerikan örneklerinden bir gömlek üstünler ve görsel & senaryosal anlamda, dar bütçelerine rağmen çok daha deneysel işlere imza atıyorlar.


İşte böyle izlediğim dizilerden biri olan Skins'in oyuncuları Lily Loveless ve Joe Dempsie'nin yeni bir dizide birlikte rol aldıklarını öğrenince merakıma engel olamadım ve ne hakkında olduğunu bile bilmeden BBC3'nin The Fades'ini izlemeye başladım. Ve de ne şanstır ki, korku, apokaliptik, paranormal ve zombi-sever bendenize biçilmiş kaftan çıktı dizi.
Dizinin konusunu özetlemek gerekirse... The Fades, 16 yaşında bir lise öğrencisi olan Paul'un son derece sıradan hayatına rağmen devamlı gördüğü kabusları ve yaşadığı kasabada meydana gelen garip olaylarla açılıyor. Sonrasında ise, "diğer tarafa" bir sebeple geçememiş, yeryüzünde sıkışıp kalmış ve buna rağmen yaşlanmaya, çürümeye devam eden "Fade"lerle ve bu "Fade"lerin trajik görebilen, kendilerine "Angelics" adını veren toplulukla tanışıyoruz. Bu topluluk, gördükleri premonitionlar ve "Fade"lerde gözlemledikleri değişiklikler sonucunda büyük bir tehlike, hatta dünyanın sonu ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. Bu fantastik ve paranormal dünya, The Paul, en yakın arkadaşı Mac, bir türlü anlaşamadığı ikiz kızkardeşi Anna ve oğluna obsesif derecede bağlı annesinin hayatı üzerinden son derece absürd bir komedi ve zaman zaman The Walking Dead'dekine yaklaşan bir görsel ayrıntı/gerçekçilik ve korku hikayesiyle ile birlikte çiziliyor.
Paul'ün Mac ile olan dizinin comic-relief'ini oluşturan co-dependent ilişkisinin karşısında kendilerini dünyayı kurtarmaktan mesul gören, Paul'ün de uzun zamandır bekledikleri seçilmiş kişi olduğunu düşünen ciddi "Angelic"ler, "Fade"lerin sınırlı varoluşunu bir adım öteye taşımayı başarmış dizinin iğrenç & kötü adamı John ve bir Angelic olmanın sonucu olarak evliliğinden ve hayatından olmuş, çaresiz aşık kadın Sarah'nın hikayesi gibi yan hikayeler de dizinin duygusal, anlatımsal katmanlarını derinleştiriyor. 


Ancak bence dizinin en güzel ve en başarılı tarafı, çok işlenmiş/bilindik gibi duran bu ana hikayeyi kendine özgü ve yaratıcı detayları ile zenginleştirmesinin yanı sıra, böyle bir diziden beklemeyeceğiniz oyunculukları ve karakterleri. Dizinin en başından trajik hayatının sonuyla yakaladığımız Angelic/Fade Sarah rolünde izlediğimiz  Natalie Dormer, sanırım dizinin en tanınan oyuncusu. The Tudors'daki Anne Boleyn rolüyle tanınan Dormer, Hollywood'da da küçük ama karakteristik yan rollerler yükselmeye devam edecekmiş gibi görünüyor ve The Fades'in en güçlü dram kolunu oluşturan Sarah'nın öyküsünü çok başarılı bir şekilde, ne çok dramatik, ne de çok yüzeysel bir performansa yönelmeden canlandırıyor. Onun bu rolüne tam tamına zıt bir rolle karşımıza çıkan Daniel Kaluuya, şimdilik sadece Skins'teki küçük rolü ile bilinse de geleceğin en başarılı İngiliz komedyenlerinden biri olmaya aday. The Fades'in çoğu sahnesini karşısındaki kim olursa olsun çalan, her bölüm başında seyirciye çok komik küçük monologlarla geçen bölümde ne olduğunu açıklayan inek Mac, bence dizinin yine en büyük artılarından. Hatta, The Fades, bence sırf onun için bile izlenebilir.
Son olarak, The Fades'in kötü adamı, "Fade"lerin başı, II. Dünya Savaşı sonunda ölmüş ve tekrar yaşamaya kararlı John rolünde Joe Dempsie, yine tabi ki bence, mükemmel. Onu 2 yıl önce Skins'in efsane ilk jenerasyonunda, dünya umurunda olmayan Chris rolüyle izlemiştim ve açıkçası pek de dikkatimi çekmemişti. Ancak, The Fades'deki performansı ve rolü, Chris'den o kadar farklı bir oyunculuk gerektiriyor ki, ister istemez Joe Dempsie'yi rol seçimleri açısından takdir etmekten ve sonraki işlerini takip etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu arada, Game of Thrones severler, kendisini ilk sezondaki, bahtsız kral Robert'ın piç oğlu, kılıç ustası Gendry olarak hatırlayacaklardır. Imdb'den öğrendiğim kadarıyla, hala izlemediğim This Is England '86'da kendisini görebilirmişiz. Yani, İngiliz televizyonu/sinemasında Joe Dempsie'nin adıyla sıkça karşılaşma şansımız yüksek, benden söylemesi. 
Toparlamak gerekirse, bu sene içinde tamamen tesadüfen izlemeye başlayıp beni iyi anlamda en çok şaşırtan dizilerden biri oldu The Fades. (Bu dizilerden bir diğeri olan American Horror Story ile ilgili yazım için beklemede kalınız :) ) Eğer konu ve tür itibariyle ilginizi çekecek gibi görünüyorsa, Skins hayranıysanız, şans vermeye kesinlikle değer ve ele aldığı türü geliştirmeye aday bir dizi The Fades. Altı bölümlük ilk sezonu geçtiğimiz Ekim ayında sona erdi ve II. sezonu ile ilgili bildiğim kadarıyla henüz bir duyuru yapılmış değil. Ancak ben yine de II. sezonu ile de görüşmek üzere diyeyim, çünkü I. sezonun o sonundan neler olacağını gerçekten çok merak ediyorum ve Mac'i özledim! :)

4.12.11

Thor: Çizgiromandan Sinemaya 101



Öncelikle yazıma şunu söyleyerek başlamalıyım sanırım: Thor, film öncesi çizgiromanı olduğundan haberdar olduğum bir karakter değildi. Dolayısıyla bu yazım, bir Marvel Thor dizisinin sinemaya nasıl uyarlandığını değil, izlenme ve eğlendirme kaygısı olan ve bir çizgiromandan yola çıkılarak oluşturulan bir projenin sinemada nasıl işlenmesi gerektiğini düşündüğüm hakkında olacak.
Filme dair ilk duyduklarım, çok sevdiğim Natalie Portman ve Kat Dennings'in başrollerinde olduğu ve gişesinin çok iyi, aldığı eleştirilerin de ortalama üstünde olduğu idi. Kenneth Branagh da yine bu film öncesinde takip ettiğim bir isim olmadığından filmi izleme konusunda çok hevesli ve aceleci davranmadım. Genel olarak çizgiroman uyarlamalarını büyük keyifle izleyen ama (Sam Raimi yönetimindeki Spider-Man hariç) hiçbir zaman "hayran" sayılacak kadar yakından takip etmeyen bir izleyici olarak "Bir gün elbet izlerim," deyip indirdim ve uzunca bir süre bilgisayarımda bekledi dosya. Sonra arkadaşlarım Kenneth Branagh için izlediler, pek beğenmediler, hal böyle olunca ben de diğer filmlerime öncelik verdim.. Ta ki çok sevdiğim Joss Whedon'un The Avengers'ının trailer'ı nete düşene ve Thor'u izlemek artık elzem olana kadar.


Filmin kendisiyle pek de ilgili olmayan bu önyargılarımı böyle ayrıntılı anlatmamın sebebi, bundan sonra söyleyeceğim yığınla pozitif şeyde beklentilerimi bu kadar düşük tutmamın etkisinin olup olmadığını sizlerle birlikte görebilmek aslında :) Evet, filmi bir çizgiroman uyarlaması olarak çok beğendim. Bunda film öncesi beklentilerimin düşük olması kadar en son izlediğim iki uyarlama olan Green Lantern ve Captain America'nın ortalamanın üzerine çıkamamasının da payı çok büyük.
Şu an imdb'de 2013'te gösterime giren bir sequel'ı olacak gibi görünen Thor, filmin konusundan bihaber olanlar için, Asgard gezegeninin kralı Odin oğlu Thor'un babası tarafından krallığından kovulmasıyla başlıyor. Son derece kibirli, kafasına eseni yapan, God of Thunder Thor, Asgard'dan dünyaya düşüp gökbilimci Jane ile tanışıyor. Sonrası da Asgard'ı babasına yaranmak için tehlikeden tehlikeye atan kardeşi Lotki'nin entrikalarının çözülmesi ve Thor'un Asgard kralı olabilecek olgunluğa erişmesinin hikayesi. Bu hikaye, kulağa böyle bir özetle çok bilindik gelse de, Branagh'ın V. Henry'nin öyküsünden ilham alarak oluşturduğu bu karakter oluşumu öyküsü, fantastik malzemesi itibariyle özdeşleşmesi, önemsenmesi zor bu öyküyü, insancıl ve derinlikli kılıyor. 



Aynı şekilde, Lotki ile Thor arasındaki kardeş çekişmesi ve bağı, filmin fantastik temelini realizmle güçlendirmesi açısından çok önemli ve yine çok iyi işlenmiş. Tüm bunların yanında, Natalie Portman, Anthony Hopkins, Stellan Skaasgard ve Kat Dennings gibi isimlerin oyunculukları, filmin çok başarılı ve çok dozunda kullandığı komedi-drama dengesi, mükemmel cgi'ı da cabası. Ancak hepsinden de önemlisi, film, asla hızıyla, detay saplantısıyla, öyküsüyle sizi sıkmıyor; ne cgi'ına fazla ağırlık veriyor, ne de kendini fazla ciddiye alıp bir çizgiroman uyarlaması olduğunu unutup ahkam kesiyor. Bir eğlence ürünü olduğunun çok farkında Thor, ve bu açıdan Spider-Man franchise'ından beri ilk kez tutarlı bir çizgiroman franchise'ı ile karşı karşıya olabileceğimize dair umut vadediyor. 
Filme dair sıkıntılı bulduğum tek nokta Thor ile Jane arasındaki ilişkinin yeterince iyi işlenmemiş olması. Jane gibi bir "woman of science" diye sunulan bir karakterin Thor'a olan hislerinin biraz daha inandırıcı işlenmesi gerekirdi gibi hissettim film boyunca ama o kadar kusura artık can feda :) 
Kısacası, Thor, Andrew Garfield ve Emma Stone'lu Spider Man reboot'u The Amazing Spider-Man'den sonra devamını en heyecanla beklediğim çizgiroman uyarlaması oldu. (The Avengers'ı bu listeye sokmuyorum, o trailer'ından gördüğüm kadarıyla bambaşka bir kategoriye girecek gibi.) Çizgiromanlara az da olsa sempati besliyor, ya da eğlencelik bir film arıyorsanız, Thor kesinlikle tavsiyemdir.  

3.12.11

James Joyce'dan Çocuklara: The Cat and the Devil

İrlandalı'nın dünya edebiyatına en büyük katkılarından ve metinlerinde yerelden evrensele ulaşmayı ve bunu da tamamen apolitize ya da politize olmadan başarabilmiş nadir yazarlardan biri olan James Joyce, okurlarının bileceği gibi çok fazla eser vermiş bir yazar değil. Dolayısıyla kendisinin The Cat and the Devil isimli bir çocuk kitabı olduğunu öğrenince insan ister istemez büyük bir şaşkınlık yaşıyor.


Tabii, burada önemli de bir parantez açmak lazım, The Cat and the Devil, öncelikle yazarın mektuplarının bir parçası olarak okurlarla buluşmuş bir metin, çünkü Joyce, bu öyküsünün yayımlanmasını hiçbir zaman planlamamış, hatta onu sadece bir mektubunda torunu Stevie'ye yazmış. Tüm büyük yazarların metinleri gibi bu metin de yayımcıların elinden kurtulamamış ve 1964 yılında Dodd, Mead & Company tarafından Richard Erdoes'in illüstrasyonları ile basılmış. Belki bu noktada bunun etik olup olmadığı da kafalarımızda bir soru işareti olarak oluşmalı; ancak hikayenin özetini okuduğumda ve illüstrasyonları gördüğümde o kadar heyecanlandım ki, açıkçası bencil okur tarafım, "Peki yazarın hakları??" diye bağıran tarafıma ağır bastı. Dolayısıyla, bu kitaptan haberdar olmaktan çok memnunum ve elime geçen ilk fırsatta bir şekilde bir kopyasına ulaşmak için elimden geleni yapacağım. 
Kitabımızın konusuna dönersek, 1981'de Schocken Books tarafından, bu kez de Roger Blachon illüstrasyonları ile tekrar yayımlanmış bu kitap, Joyce'un Stevie'ye yazdığı şu sözlerle başlıyor; "Sana birkaç gün önce içi şekerle dolu küçük bir kedi gönderdim; ama belki de Beaugency Kedisi'nin hikayesini bilmiyorsundur." 



Ve sonrası da, ne yazık ki metin hiç Türkçe'ye çevrilmediği, hatta İngilizce baskısına bile ulaşmak çok zor olduğundan, devamını ne yazık ki büyük bir ihtimalle bilemeyeceğimiz bir Fransız miti. Şöyle ki: Beaugency'de yaşayan halk, Loire Nehri üzerine bir köprü yapılması gerektiğini düşünmektedir. Bunun üzerine de Beaugency valisi, nehrin üzerine bir gecede bir köprü yapması için Şeytan'la anlaşır. Ancak Şeytan'ın her zaman olduğu gibi bir şartı vardır: Köprüden ilk geçen kişinin ruhu kendisinin olacaktır. 


Vali tabi ki Şeytan'ın teklifini kabul eder (Hangi hikayede biri de çıkıp Şeytan'a "Olmaz!" demiştir ki zaten :) ) ve Şeytan da bir gecede Loire'un üzerine bir köprü konduruverir. Ancak işte tam burada hikayedeki o ana kadar en orijinal olan şey gerçekleşir: Bu vali zeki bir adamdır ve Şeytan'ı alt etmek için köprüden ilk olarak bir kediyi geçirir. Şeytan alt olmuştur, nitekim kedinin de bir ruhu vardır ve Şeytan anlaşmalarında "insan ruhu"ndan bahsetmemiştir. 


Bundan sonra olanları ne yazık ki bilmiyoru(m)z. İşin en sinir bozucu kısmı da bu, çünkü eminim hikayenin en eğlenceli kısmı burada başlıyor! Ne de olsa karşımızdaki bir kedi ve yalana dolana, hatta mızıkçılığa başvurmayan, lafının eri bir Şeytan :) Ne diyelim, işte bir yerlerden kitabı edinene kadar bizi avutabilecek iki illüstrasyon daha:






Not: İllüstürasyonlar için We Too Were Children, Mr Barrie'ye teşekkürler! 

Mirjam Pressler İstanbul'daydı.

Tüm yapıtları 2010 yılında Alman Gençlik Edebiyatı Özel Ödülü'ne layık görülen Mirjam Pressler, geçtiğimiz hafta boyunca Kelime Yayınları davetiyle İstanbul'daydı. Eserleri dilimize çok yeni kazandırılmaya başlanan, dolayısıyla ülkemizde yeni keşfedildiği bile söylenebilecek Pressler, ağırlıklı olarak ilk gençlik için, yani 13-16 yaş grubu için yazan bir yazar. Bu alandaki çalışmalarının yanı sıra İbranice, İngilizce ve Norveççe'den de çeviriler yapıyor, Yahudi soykırımı ve eşitsizlik meseleleri ile yakından ilgileniyor, Anne Frank üzerine uzun yıllar çalışmış ve onun üzerine bir çalışması da bulunmakta. 
İlk gençlik ya da gençlik yazınının (enternasyonel adıyla young adult'ın) günümüzdeki fantazi etkili popülerliği malumunuz. Hatta, ne yazık ki, "gençlik romanı" deyince akla ilk gelen örnekler, bu popüleriteden dolayı ya Alacakaranlık serisi, ya Harry Potter'ın son bir kaç kitabı, ya da ana karakteri bu iki popüler serinin ele aldığı konuların etrafında pek de orijinal olmadan gezinen başka birkaç seri. Hal böyle olunca, elinize aldığınız kitap kendini "gençlik" diye damgalayınca ister istemez temkinli yaklaşmamak pek mümkün olmuyor. 
Halbuki, Mirjam Pressler, tüm bunların çok dışında kalan, tür bu kadar popülerleşmemişken yazmaya başlamış, eserleri hedeflediği yaş grubunun dışında da severek okunabilecek, 30 yıllık bir yazı geçmişi bulunan bir yazar. Kelime Yayınları'ndan çıkan iki kitabı, Haydi, Konuş Artık! ve Acı Çikolata da, son derece evrensel ve zamansız konuları işleyen, kahramanlarını tüm gerçeklikleri ile resmeden vurucu kitaplar. 
Örneğin, Haydi, Konuş Artık!'ta görünüşte son derece sorunsuz bir çocuk olan babasını hiç tanımamış Karin'in bastırdığı tüm problemleri ile yüzleşmesine tanık oluyoruz. Liseye giden, annesi kardeşi ve kendisinden ibaret son derece fakir bir evde yaşayan Karin, uzunca bir süre kendini iyi olduğuna inandırmış, okulda başarılı, kardeşine karşı sorumluluk sahibi bir çocuktur. Ancak daha kitabın ilk sayfalarından Karin'in annesiyle ilişkisinin öfke üzerine kurulu olduğunu, okuldaki diğer "zengin" arkadaşları karşısında nasıl bir aşağılık kompleksi yaşadığını ve kardeşinin yardıma muhtaç bir çocuk olduğunu anlarız. Tüm bunların üstüne bir de babasını hiç tanımadığını, bu konuyu annesiyle bile konuşmadığını öğreniriz Karin'in. Böyle büyük sorunların 15 yaşındaki bir çocuk için nasıl bir yük olduğu, Karin'in birdenbire hastalanması, doktorunun bu hastalığı bir tür sinir krizi olarak tanımlamasıyla Karin ve annesi tarafından anlaşılır. Sorumluluk sahibi ve son derece ilgili bir öğretmeninin de yardımıyla Karin bu sorunları ile ilgili yardım almaya, bir terapiste görünmeye ve de annesiyle ilişkisini düzeltmeye, sorunları hakkında konuşmaya başlar, kendini tanır. 
Acı Çikolata'da ise, kilo problemi yaşayan, kiloları yüzünden kendini değersiz gören Eva ile tanışırız. Eva, aslında o kadar tanıdık bir ergen portresi ki, Acı Çikolata'yı okurken onun sıkıntılarında kendiniz ile ilgili bir şeyler görmemek mümkün değil. Ailevi açıdan Karin'e nazaran daha şanslı bir çocuktur Eva, annesi ile babası birliktedir, maddi durumları yerindedir. Ancak onun da babası "gereğinden fazla" sıkı bir babadır, eve geç gelmesine izin vermez, dağınıklık konusunda obsesifliğe varan bir tutumu vardır. Tüm bunlar, babanın yanında pasif kalan annenin hayatını en az Eva'nınki kadar etkilemektedir. Çocuklarını kocasının bu davranışlarından korumaya çalışan anne, onlara sıkıntılarını yemek ile, Eva'nın durumunda ise çikolata ile unutturmaya çalışır. Eva ile birlikte okur olarak bizler de onun fazla kilolarında ve hatta anoreksiaya varan kusmalarında annenin ve babanın tavrının etkili olduğunu görürüz. Neyse ki Eva da, Karin gibi roman boyunca, kendi kendine yardım edebilmeyi, problem olarak gördüklerinin kendi bakış açısından kaynaklandığı öğrenir ve tüm bu problemlerinden kurtulmak için önemli bir adım atar. 
İki kitabın da sonunda karşımıza çıkan daha iyiye ya da "iyileşmeye" doğru atılan adımlar, size Mirjam Pressler'in pembe gözlüklerle dünyaya ve gençlerin sıkıntılarına bakan bir yazar olduğunu düşündürmesin. Tüm bu gelişmeler Pressler'in romanlarında o kadar doğal, o kadar olay örgüsü ile tutarlı gelişiyor ki, okuyucu olarak asla yazarın dünyasının gerçekçiliğini sorgulamıyorsunuz, hatta ana kahramanlar için seviniyor, onları takdir etmekten kendinizi alamıyorsunuz. 
Mirjam Pressler'in özellikle bu konudaki başarısının altını çizmekte fayda var. İkisi de 30 yaşında olan bu romanların hala bu kadar vurucu olabilmesinde bu başarının büyük bir payı var. Böyle bir dili, böyle bir gerçekçiliği ve böyle gençleri yaratabilmeyi nasıl başardığını kendisine sorduğunuzda tüm mütevazılığı ile "Sanırım kendi hayatımdaki o dönem benim için hala çok canlı," diye cevap veriyor. Kendisi de karakterlerine benzer sıkıntılı bir gençlik yaşamış, yetişkinlik dönemi boyunca da 39 yaşında yazmaya başlamadan önce yine sıkıntılı bir evlilik geçirmiş, çeşitli meslekler denemiş Pressler'in tüm önemli yazarlarda karşımıza çıkan o empatisini metinlerinde hissetmemek mümkün değil zaten. 
Gençlik romanları okumaktan zevk alanlara, kendisi genç olanlara, ergenlik dönemindeki çocuklarını daha iyi tanımaya çalışan ebeveynelere duyurulur: Mirjam Pressler, kesinlikle tanımanız gereken bir yazar! 

2.12.11

Merhaba!

Bir blogtan daha merhaba! 
Hazır bu ara yazma konusunda kendi önümü alamıyorken, tüm düşündüklerimi/beğendiklerimi/okuduklarımı/izlediklerimi yazıp dökebileceğim bir blog daha açayım dedim. Ha, bunları buraya döktükten sonra da burada olacak mıyım, orasını zaman gösterecek :) Diğer bloglarının suyu mu çıktı derseniz de, onların biri çok kişisel, diğeri de kolektif bir çalışma.


Ben daha fazlasını isterim diyenler için, yazdığım bir diğer adres: Bolahenk Sokak.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...