21.12.13
The Fall: Cinayetin Psikolojisi Üzerine
Cinayet anlatıları ile ne kadar ilgiliyiz değil mi? Sadece izlediğim örneklerini bile düşündüğümde aklıma hemen gelen isimlerin çokluğu karşısında şaşırmadan edemiyorum: Dexter, The Killing, Zodiac, Se7en, Insomnia.. Bu anlatıların çoğunun izleyiciyi çeken iki ortak noktası var genellikle: Katilin kimliği ve katilin motivasyonu / psikolojisi. BBC Two yapımı The Fall, çok tanıdık cinayet anlatılarına katilin ve de onun kimliğini açığa çıkarmaya çalışan polisin psikolojisini ele alarak dahil oluyor. Ancak benzerlerinin çoğunun aksine The Fall'da en başından beri katilin kim olduğunu biliyoruz.
Kuzey İrlanda'nın Belfast şehrinde geçen Allan Cubitt imzalı dizi, faili bir türlü çözülemeyen bir cinayeti aydınlatmakla görevlendirilen Stella Gibson'ın (Gillian Anderson) şehre gelişiyle başlıyor. Stella bir yandan kadın bir dedektif olmanın, polis içindeki yolsuzlukların ve bürokrasinin çıkmazlarıyla uğraşırken bir yandan da katilin kimliğini açığa çıkarmaya çalışıyor. Stella ile eşit ölçüde ekranı paylaşan ve dışarıdan son derece normal görünen katil Paul Spector ise işi, eşi ve iki küçük çocuğu ile hayatını idame ettirmeye devam ediyor. Dizi boyunca işlediğine şahit olduğumuz iki cinayet de bu hayatın bir parçası. Paul için çocuklarına banyo yaptırmak, eşiyle ve arkadaşlarıyla dışarı çıkmak ve sonrasında eve gelip internette gözüne kestirdiği yeni kurbanının bilgilerine ulaşmaya çalışmak, günlük hayatın bir parçası. Ve onun bu birbirinden çok ayrı olması gereken iki psikolojik ruh durumunu aynı anda yaşayabilmesini, normal hayatta her anlamda fonksiyonel bir birey olarak var olabilmesini izlemek, gerçekten de insanın hem kanını donduruyor, hem de ister istemez insanı büyülüyor.
Bu şaşkınlık ve ilgiyi yaratan, çoğu İngiliz dramasında olduğu gibi bu dizide de karşımıza çıkan realizm. The Fall, ilk sezonu 1'er saatlik 5 bölümden oluşan bir dizi ve derdini olaydan ziyade betimleme ile anlatma derdinde. Katilin kim olduğunu çözmek gibi bir derdi de olmadığından hikayesini anlatmada aceleci davranmıyor. Zaten Stella ve Paul o kadar ilgi çekici karakterler ki, siz de çok ne olduğunu umursamadan onları izliyor ve onları bir anlamda çözmeye çalışıyorsunuz. Ben şimdiye kadar gördüğüm seri katil tiplemesinden çok farklı olduğu için Paul'a odaklandım ama Stella da sanırım şimdiye kadar TV'de gördüğüm en iyi ve gerçek kadın karakterlerden biri. Şiddet ve toplumsal statü paralelliğinde kadının erkek tarafından ne kadar ezildiğini ve ne kadar saçma ve başına buyruk yaptırımlara maruz kaldığını, Stella'nın başına gelenlerde ve çözmeye çalıştığı cinayette izlemek, bende bir TV işinde şimdiye kadar denk gelmediğim bir tatmin yarattı. Stella, mesleğinde cinsiyeti yüzünden sürekli yıpratılsa da karşı cinsin kuralları ve beklentilerine boyun eğmiyor ve işine bunun getirdiği bir hassasiyetle yaklaştığı için çoğu meslektaşının görmek istemediği birçok detayı görebiliyor. Onun Paul ile olan av ve avcı ilişkisi olarak tanımlanabilecek ve konumların ve gücün devamlı el değiştirdiği ilişkisi de, gerçekten yine şimdiye kadar TV'de gördüğüm en iyi çizilmiş dinamiklerden.
Dizinin ikinci sezonu başrollerdeki Gillian Anderson ve Jamie Dornan'ın yoğunlukları sebebiyle önümüzdeki sene sonunda yayınlamaya başlayacak. Ben X-Files'ı izlememiş ve Jamie Dornan'ı da sadece Marie Antoinette izlemiş bir seyirci olarak ikisinin de performansına hayran kaldım. Özellikle Jamie Dornan, Paul Spector rolünde inanılmaz iyi. Seri katil anlatıları ile az çok ilgilenen herkese gözüm kapalı tavsiye ederim.
12.12.13
Gravity / Yer Çekimi: İnsan Olmanın Çaresizliği
Her Şey Aydınlandı'yı az çok okuyan herkesin tahmin edebileceği gibi sinemaya giden bir film takipçisi değilim. Genelde, hem üşengeçliğimden hem de para harcamak istemediğimden çoğu filmi internete düşmesini bekleyip öyle izliyorum. Gravity, hakkında okuduğum olumlu yorumlar sebebiyle bana bu alışkanlığımı bozduracak kadar merak ettiğim bir filmdi; ama yine tahmin edebileceğiniz gibi evde izledim ve sonunda merakımı gidermiş oldum.
Children of Men ve Y tu Mama Tambien gibi filmlerle tanınan Alfonso Cuaron'un yönetmenliğini yaptığı film, ilk uzay yolculuğuna çıkan tıp mühendisi Dr Ryan Stone'un (Sandra Bullock) hayata yeniden bağlanmasının hikayesini anlatıyor. Deneyimli astronot Matt Kowalski (George Clooney) ile Rusya'nın uzay üslerinden birinin enkazının yarattığı zincirleme reaksiyon yüzünden mekiklerini kaybediyorlar ve Dünya'yla iletişimlerini yitiriyorlar. Filmin en başında izleyicisine ilan ettiği gibi "Uzayda yaşam imkansız" ve Ryan ve Matt, evrenin insanı devamlı yok etmeye çalışan imkansız şartlarına rağmen hayatta kalmaya ve "ev"e dönmeye çalışıyorlar.
Filmin, karakterlerin içinde bulundukları durumlar ve her adımda karşılarına çıkan imkansızlıklar düşünüldüğünde izleyicide tam bir terör yarattığı söylenebilir. Özel efektlerin CGI yapaylığından tamamen uzak oluşu, Dünya'nın hep astronotların görüş alanında oluşu, filmin realizmini iyice perçinleyen, insanı Star Trek filmlerinden birini izliyormuş hissinden tamamen uzaklaştıran ve çaresizliğinizi ve "küçüklüğünüzü" tokat gibi yüzünüze vuran unsurlar. Özellikle de filmin ilk yarısında Dr Stone'un uzay mekiğinden kopup sürüklendiği sahneler insanın kabuslarına girecek türden. Çünkü, Gravity'deki "korku" unsuru sadece ölüm korkusundan değil hiçlik içinde ölmekten, sınırsız boşluk içinde sonsuza dek sürüklenmekten, herhangi bir yere düşmeden düşmekten, yani bir nevi yer çekiminin yokluğundan besleniyor. Ve tüm bu çaresizliğe rağmen bir türlü ortadan kaybolmayan hayatta kalma güdüsünden.
Filmin tüm bu terör içinde ana karakterine hayatta kalma motivasyonu vermemesi düşünülemez elbette. Ama tüm iyi filmlerde olduğu gibi Gravity bu motivasyonu da bir dezavantaja dönüştürmeyi başarıyor. Ryan Stone, çocuğunu yakın zamanda kaybetmiş, hayatta kalması için bir sebep olmadığını düşünen yalnız bir kadın. Mekikleri kullanılamaz hale geldiğinde ve Dünya'ya dönmesi imkansız gibi göründüğünde tüm güdülerinin tersini söylemesine rağmen sık sık vazgeçmeyi düşünüyor. Tüm bunlara rağmen ölmemeyi seçiyor, bunun için çok zor şartlar altında eşsiz bir korkuyla savaşarak ve büyük bir mücadele vererek galip geliyor. Bu açıdan bakıldığında Ryan Stone'un yeniden doğduğu da söylenebilir. Filmin sık sık altını çizdiği bu fikir, görsel imgelerde de sıkça destekleniyor. Ryan'ı çoğu kez mekiğin içinde cenin pozisyonunda görüyoruz ve Dünya'ya hayatın başlangıç noktası olan sudan çıkarak dönüyor, örneğin.
Yarattığı gerilim, insanı başbaşa bıraktığı sorular ve gerçekten nefes kesici görselliğine rağmen Gravity'de "Ah keşke olmasaydı," dediğim bir mesele var ki, o da Amerikan filmlerinin olmazsa olmazı "kendini kutlama", yani bir tür övünme. Ryan'ın, Dünya'ya dönmek için elinden geleni yapmaya karar verdiği ve yaşamayı seçtiği andan itibaren başlayan ve bu övünmeyi içeren monologları, daha beş dakika önce intihar etme kararından vazgeçmiş bir kadının realitesinden çok uzak ve neredeyse bipolar denebilecek bir ruh hali değişimine işaret ediyor. Bu karar değişikliği daha kontrollü bir ruh hali değişimiyle çizilseydi film çok daha başarılı bir yaşam - ölüm, evren - insan dikatomisi yaratabilirdi. Bir de kameranın farklı ülkelere ait dini figürlerin mekikler içerisindeki resim ve biblolarına zoomlaması var ki, filmi açıkçası bence biraz ucuzlatıyor.
Benim kılı kırk yarmamı bir kenara bırakırsak gerçekten gişesini hak eden, iyi oyunculuklu ve efektli bir film Gravity. Özellikle Sandra Bullock, filmi tek başına taşıdığı ve tamamen hayali durumlarda yalnız başına böyle bir terörü böyle bir inandırıcılıkla çizdiği için gerçekten takdir edilesi. 2009'daki The Proposal'dan beri kariyerinin hem gişe hem de ödüller anlamında büyük bir ivme gösterdiği ve orta yaşlı kadın oyuncu sevmeyen Hollwood'da 49 yaşında çok aranır rollerin altından alnının akıyla çıktığı da unutulmamalı.
Gravity, dün adayları açıklanan SAG (Ekran Oyuncuları Sendikası) Ödülleri ve bugün açıklanan Golden Globes'da En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Drama gibi dallarda aday gösterildi. Yani Bullock'a bir Oscar adaylığı daha geliyor diyebiliriz. Kazanabilir mi, orası apayrı bir konu ama son zamanlarda verdiği röportajlarda mümkün olduğunca az filmde yer almaya karar verdiğini söyleyen bir oyuncu için fena bir durumda sayılmaz, değil mi? :)
1.12.13
Açlık Oyunları 2: Ateşi Yakalamak
Franchiseların, YA serilerinin popüler kültürü domine ettiği ve satış rekorları kırdığı günümüzde, söz konusu ürünlere karşı önyargılı olmamak elde değil. Malum her yerdeler, sayıları çok fazla ve ağırlıklı olarak yeni yetmelere hitap ediyorlar. Üstüne üstlük bir de öyle vıcık vıcık aşk hikayeleri içeriyorlar ki, sormayın gitsin. Suzanne Collins imzalı Hunger Games / Açlık Oyunları serisinden ilk haberdar olduğumda, açıkçası ben de buna benzer bir şey beklemiştim. Ancak Açlık Oyunları bundan çok daha fazlası çıkarak beni hem iyi anlamda şaşırttı, hem de benim bu türdeki favorilerim arasına girdi.
Bildiğiniz üzere seri, bugünlerde ikinci filmi Catching Fire / Ateşi Yakalamak'ın gişe rekorları kırması ile gündemde ve sevinerek söylüyorum ki, gerçekten de kırdığı rekorları hak edecek kadar iyi bir yapım ile karşı karşıyayız.
Serinin ve filmlerin ana hikayesini özet geçmek istemiyorum, çünkü sanırım hem herkesin artık az da olsa ne hakkında olduklarına dair bir fikri var, hem de bu yazıyı olabildiğince spoilersız tutmak istiyorum. Francis Lawrence imzalı, Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Woody Harrelson, Sam Claflin, Jena Malone gibi isimlerin başrollerinde olduğu film de, bundan önceki filmde neler olduğunu hatırlatmadan ikinci kitabın başladığı yerden, yani oyunlardan birkaç ay sonra başlıyor. Durum kısaca şöyle:
Açlık Oyunları'nda Capitol'ü ters köşeye yatırarak galip gelen Katniss ve Peeta, yaşadıkları korkunç deneyime rağmen hayatlarına devam etmeye çalışmaktadır, ama Capitol peşlerini bir türlü bırakmaz. Her Açlık Oyunları kazananını olduğu gibi onları da, tüm districtleri gezip TV'de röportajlar verecekleri ve böylece Capitol'ün acımasız baskısını sağlamlaştırmaya çalışacakları bir "zafer" turu beklemektedir. Ancak, districtlerde Katniss ve Peeta'nın oyunlardaki başkaldırısını takiben direnişler başlamıştır. Capitol bu durumdan çok rahatsızdır ve Katniss ve Peeta'yı zor günler beklemektedir.
Katniss'in yaşadığı baskı, korku ve travmayı, Jennifer Lawrence gerçekten insanı şaşkınlığa uğratacak kadar iyi canlandırıyor. Josh Hutcherson da Katniss'i kendini hiçe sayacak kadar çok seven Peeta Mellark rolünde yeterince inandırıcı. Ben ikili arasında pek inandırıcı bir romantizm tutturulduğunu düşünmesem de, filmin ana meselesi aşk olmadığından bu konunun bir sıkıntı yarattığını düşünmüyorum. Districtlerin yaşadığı baskı, zulüm, yokluk ve en sonunda başlattıkları başkaldırı da gerçekten çok iyi yansıtılmış. İzlediğinizin totaliter bir yapıya karşı başlatılan bir devrimin hikayesi olduğu, bunun da sadece zaferden değil, işkence, ölüm ve göz yaşından geçtiği , PG-13, yani 18 yaşından küçüklerin izleyebileceği bir film için o kadar iyi çizilmiş ki, Jennifer Lawrence'ın da performansı sayesinde çoğu sahnede tüylerim diken diken oldu.
Bildiğiniz üzere seri, bugünlerde ikinci filmi Catching Fire / Ateşi Yakalamak'ın gişe rekorları kırması ile gündemde ve sevinerek söylüyorum ki, gerçekten de kırdığı rekorları hak edecek kadar iyi bir yapım ile karşı karşıyayız.
Serinin ve filmlerin ana hikayesini özet geçmek istemiyorum, çünkü sanırım hem herkesin artık az da olsa ne hakkında olduklarına dair bir fikri var, hem de bu yazıyı olabildiğince spoilersız tutmak istiyorum. Francis Lawrence imzalı, Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Woody Harrelson, Sam Claflin, Jena Malone gibi isimlerin başrollerinde olduğu film de, bundan önceki filmde neler olduğunu hatırlatmadan ikinci kitabın başladığı yerden, yani oyunlardan birkaç ay sonra başlıyor. Durum kısaca şöyle:
Açlık Oyunları'nda Capitol'ü ters köşeye yatırarak galip gelen Katniss ve Peeta, yaşadıkları korkunç deneyime rağmen hayatlarına devam etmeye çalışmaktadır, ama Capitol peşlerini bir türlü bırakmaz. Her Açlık Oyunları kazananını olduğu gibi onları da, tüm districtleri gezip TV'de röportajlar verecekleri ve böylece Capitol'ün acımasız baskısını sağlamlaştırmaya çalışacakları bir "zafer" turu beklemektedir. Ancak, districtlerde Katniss ve Peeta'nın oyunlardaki başkaldırısını takiben direnişler başlamıştır. Capitol bu durumdan çok rahatsızdır ve Katniss ve Peeta'yı zor günler beklemektedir.
Katniss'in yaşadığı baskı, korku ve travmayı, Jennifer Lawrence gerçekten insanı şaşkınlığa uğratacak kadar iyi canlandırıyor. Josh Hutcherson da Katniss'i kendini hiçe sayacak kadar çok seven Peeta Mellark rolünde yeterince inandırıcı. Ben ikili arasında pek inandırıcı bir romantizm tutturulduğunu düşünmesem de, filmin ana meselesi aşk olmadığından bu konunun bir sıkıntı yarattığını düşünmüyorum. Districtlerin yaşadığı baskı, zulüm, yokluk ve en sonunda başlattıkları başkaldırı da gerçekten çok iyi yansıtılmış. İzlediğinizin totaliter bir yapıya karşı başlatılan bir devrimin hikayesi olduğu, bunun da sadece zaferden değil, işkence, ölüm ve göz yaşından geçtiği , PG-13, yani 18 yaşından küçüklerin izleyebileceği bir film için o kadar iyi çizilmiş ki, Jennifer Lawrence'ın da performansı sayesinde çoğu sahnede tüylerim diken diken oldu.
Filmin kitabın yarattığı etki (ve de dehşete) bu kadar yaklaşabilmesi, açıkçası beklediğim bir şey değildi. İlk film Açlık Oyunları, ortalama üzeri ve iyi oyunculuklu bir filmdi sadece. Ateşi Yakalamak'ın ilk filmi bu kadar gölgede bırakmasının başlıca sebebi, bence yönetmen koltuğunda yaşadığı değişiklik ve bütçesindeki artış. Gary Ross ilk filmde ortaya fena bir iş çıkarmasa da, muhtemelen izleyiciyi hikayenin içine çekmek için seçtiği sallantılı kamera tekniğiyle filme ucuz bir korku filmi havası katmıştı. Ateşi Yakalamak'ta ise Francis Lawrence öncelikle bundan kurtulmuş. Film yine ilkinde olduğu gibi oldukça uzun, ama bu sefer senaryonun hızının çok iyi ayarlanmış olması sayesinde filmi izlerken vakit su gibi geçip gidiyor. Bunu da yine Gary Ross'un ilk filmin senaryo kredilerinde de yer almasına bağlamadan edemiyorum. Özel efektler, özellikle de oyunlarda ve Capitol'de, ilk filmdekinin gömlek gömlek üstünde ve Capitol terörünü insana iyice hissettiren cinsten. İkinci kitapta karşımıza çıkan serinin önemli karakterleri Finnick Odair ve Johanna Mason'ın, son derece yerinde bir seçimle Sam Claflin ve Jenna Malone'a gitmesi, yeni Game Keeper Plutarch rolünde Philip Seymour Hoffman gibi bir ismin olması da, Ateşi Yakalamak'ın ilk film Açlık Oyunları'na karşı avantajlarından. Açlık Oyunları, bu anlamda Amerika'nın Harry Potter franchise'ı gibi düşünülebilir, "ciddi" ve "ağır" hatta Oscar'lı oyuncuları kadrosunda barındıran bir YA franchise'ı olarak yani.
Aslında film ve öyküsü üzerine, özellikle de polis baskısı meselesini bizim de toplum olarak yakından deneyimlediğimiz bugünlerde, söylenebilecek çok şey ve kurulabilecek çok paralellik var. Ancak spoilersız bir yazı yazma sözüme sadık kalmak adına, yazımı burada kesiyorum. Kısacası, "Şu YA serilerinden birine bir bakayım bakalım," diyenler için zaman ve paranızı hak eden sayılı yapımdan biri Açık Oyunları 2: Ateşi Yakalamak. Hayranları, hedef kitlesi için fazladan söylenebilecek bir şey yok, onlar zaten kesinlikle bir şekilde izleyecektir diye tahmin ediyorum. Bundan sonraki iki filmi sabırsızlıkla bekliyorum!
31.10.13
Şarkını Söylediğin Zaman: İnci Aral'dan Cinsiyetçilikle Klişe Arasında Bir Roman
Beğenmediğim şeyler üstüne Her Şey Aydınlandı'da yazmak çok adetim değil aslına bakarsanız. Bunun belli başlı birkaç nedeni var ama başında burayı olabildiğince pozitif tutmak istemem ve zaten beğenmediğim bir şeye daha fazla zaman ayırmak istememem geliyor. Ama bazen öyle şeylerle karşı karşıya kalıyorum ki, kültürel ürünlerin alıcı tarafında yer alan biri olarak üzerimde bazı şeylerin dillendirilmesine katkıda bulunma sorumluluğu hissediyorum. İnci Aral'ın 2011'de yayınlanan romanı Şarkını Söylediğin Zaman da ne yazık ki böyle bir ürün.
Bu sıkıcı bir girizgah biliyorum ama romanı tartışmaya başlamadan önce ona ulaşma sürecimi de yazacaklarımı daha iyi bir bağlama oturtacağını düşündüğümden özetlemek istiyorum. İnci Aral, Şarkını Söylediğin Zaman öncesinde lisedeyken okuğum Mor isimli romanı hariç aşina olduğum bir isim değildi. Lisenin de üzerinden epey bir zaman geçtiğinden kendisine ait, yazımına ait herhangi bir fikrim yoktu. Sadece çok okunduğunu biliyordum, o kadar. Şarkını Söylediğin Zaman'ı yayınlandığı dönem metroda, dolmuşta çok sayıda kadının elinde görünce keşfettim ve bunun üzerine merakla satın aldım. Çok kitap alan, okuma hızı alma hızına yetişmeyen ve içinde bulunduğu hissiyata göre okuyacağı kitabı seçen bir okur olduğumdan da geçtiğimiz iki sene boyunca elim kitaba uzanmadı. Geçtiğimiz hafta günümün büyük bir bölümünü toplu taşıma araçlarında geçireceğim bir gün yolda okuyacak kitap ararken Şarkını Söylediğin Zaman'ı hatırladım ve okumaya başladım.
Bu aşamada romanı olay örgüsünü öğrenmeden okumak isteyenleri uyarayım: Yazımın bundan sonrası bolca spoiler içeriyor!
Şarkını Söylediğin Zaman 50li yaşlardaki Cihan ile 30larına yeni yaklaşan Ayşe'nin aşk hikayesini anlatıyor. 80 darbesi öncesinin çalkantılı siyasi olayları sırasında üniversite okumuş ve o dönemin şanssız bir çok parlak genci gibi hayatının önemli bir dönemi bu olaylardan etkilenmiş olan Cihan, yüksek öğrenimi için yurtdışına gitmiş, uzunca yıllar orada kalmış ve yurda yine bir üniversite bağlantısıyla dönüş yapmıştır. Eski dostlarla görüştüğü bir akşam yemeğinde kendisinden epey genç olan Ayşe ile tanışır. Bir yandan ülkeye dönüşün bir sonucu olarak üniversite döneminde yaşadığı karşılıksız aşkı Deniz'in hatıraları ile yeniden yüzleşir, bir yandan da Ayşe'nin cesur ilan-ı aşk'ı ile kendini hiç beklemediği anda yeni bir aşka yelken açmışken bulur. Ancak Ayşe ile tanışır tanışmaz yaşadığı o "tanıdık" hissin tek sebebi sadece ülkeye dönüşün getirdiği bir his değildir, Ayşe aslında Deniz'in kızıdır! Cihan ve Ayşe genç yaşta ölen Deniz'in hatırasıyla ayrı ayrı hesaplaştıktan sonra her şeye rağmen birlikte olmaya karar verirler.
Bu Türk filminden hallice olay örgüsü, ne yazık ki Şarkını Söylediğin Zaman'ın tek falsosu değil. Deniz'in bir kızı olduğunu öğrendiğiniz andan itibaren o kızın Ayşe olduğunu zaten anlıyorsunuz. Beni en çok korkutan Cihan'ın Ayşe'nin gerçek babası çıkması olasılığıydı ki, neyse ki yazar bizi o felakete maruz bırakmamış. Gerçi ortaya çıkan durum yerine o olasılığı tercih edip etmeyeceğimden açıkçası çok emin olamıyorum, niye derseniz:
Roman, öncelikle arka kapağında ve çeşitli yayın organlarında karşınıza çıkan özetlerinde iddia ettiği gibi Cihan ve Deniz'in değil, aslında ağırlıklı olarak Cihan'ın hikayesini anlatıyor. Ayşe'nin hikayesi de ön planda elbet ama yazarın aslen Cihan'ın öyküsünü anlatmayı tercih ettiği çok belli. Deniz, romanda Cihan'ın öyküsüne hizmet ettiği ölçüde, kafası karışık, Cihan'dan ne istediği belirsiz, kayıp bir karakter olarak var. "Kırmızı Defter" bölümünde ölmeden önce sakladığı bir deftere yazdığı anılarında, karşımıza babaerkil bir ailede annesinin ezilmesine, aldatılmasına göz yumarak büyümüş, kendine biçilen anne, ev kadını, eş rollerinden kaçmak için ne yapacağını şaşırmış bir halde çıkıyor. Cihan'ın aşkına aslında o da ona aşık olmasına rağmen neden karşılık vermediği çok belli değil. Demin bahsettiğim rollere ait olamadığı için kimlik bunalımı yaşayıp evlenip boşandıktan sonra bile evde baba baskısı görüyor, ama biz "Cihan'a neden yüz vermedi. Ona ne dengesiz davrandı," gibi kaygıları önemsemeye zorlanıyoruz. Deniz, 26 yaşında evlenip boşanmış 1 çocuk annesi, darbe sonrası hapishanede yatmış bir kadın olarak hala "Babam ne der?" kaygısıyla, onun namus ve ahlak anlayışına cevap vermek zorunda kalarak yaşıyor. Hapishanede tecavüze uğramış, işkence görmüş. Sığındığı adamlar tarafından ya yüzüstü bırakılmış, ya da o adamlar öldürülmüş. Tüm bunları anlattığı defter, kendi kızı tarafından okunduktan sonra sırf Cihan'la başladıkları ilişkinin önünü kesmesin diye paramparça edilip çöpe atılıyor.
Ayşe ile Deniz'in arasındaki ilişki elbette çok sorunlu ve zayıf bir ilişki, dolayısıyla Ayşe'nin annesine öfkesi çok anlaşılır. Ancak yazarın Deniz'e karşı tutumu ne yazık ki anlaşılır, hatta inanılır gibi değil. Cihan da Ayşe de aralarındaki Deniz bağını çok kolay görmezden gelip aşklarına gönül rahatlığıyla devam edebiliyorlar. Ne Ayşe annesinin seviştiği, küçükken "Cihan Abi," dediği bir adamla birlikte olmaktan rahatsız, ne de Cihan.. Ayşe, Cihan'a yazar tarafından aralarındaki yaş farkına, Deniz'in kızı olmasına, Cihan'ın küçükken oyuncak aldığı bir çocuk olmasına rağmen, Deniz'in hayatı pahasına resmen bir tepsi üzerinde sunuluyor. Siz de okuduğunuz şey adeta bir ensest hikayesiymiş gibi bir mide bulantısıyla başbaşa kalıyorsunuz. Deniz'in intihar etmeden önceki son satırlarından biri: "Cihan, kızıma sahip çık sevgilim."
Ayşe, annesinin eski sevgilisini, hatta ona aşık olarak öldüğü adamı, romanın son sayfalarında tıpkı çocukluğunda olduğu gibi "Cihan Abi" diyerek karşılıyor. Ve biz de bunda bir romantizm yakalamaya, Cihan Ayşe'ye "Büyümeni bekliyordum," derken duygulanmaya, hatta ağlamaya davet ediliyoruz.
Ben, yazdıklarımdan da çıkarabileceğiniz gibi Deniz'in (ve hatta Ayşe'nin) Cihan'a kurban edilmesine, kalan tek hatırasının bile paramparça edilmesine, tüm sıkıntılarının "ne istediğini bilmeme"ye indirgenmesine, kendini açıkça gösteren psikolojik sıkıntılarının üzerine hiç gidilmemesine, çok ÇOK sinirlendim. Özellikle de tüm bu seçimleri yapanın, böyle bir hikayeyle iki kadını bir erkek aşkının geçmişleri değersiz objeleri olarak kurgulayanın, bir kadın yazar olduğunu bilmek, beni hem edebiyatımızın hem de bu toplumun cinsiyet algısının edebiyata yansımasının geleceği adına çok mutsuz etti. "Keşke okumasaydım," çok demem, genelde hiç olmasa merakımı tatmin ettiğime sevinirim en azından ama, keşke Şarkını Söylediğin Zaman'ı okumasaydım.
Bu sıkıcı bir girizgah biliyorum ama romanı tartışmaya başlamadan önce ona ulaşma sürecimi de yazacaklarımı daha iyi bir bağlama oturtacağını düşündüğümden özetlemek istiyorum. İnci Aral, Şarkını Söylediğin Zaman öncesinde lisedeyken okuğum Mor isimli romanı hariç aşina olduğum bir isim değildi. Lisenin de üzerinden epey bir zaman geçtiğinden kendisine ait, yazımına ait herhangi bir fikrim yoktu. Sadece çok okunduğunu biliyordum, o kadar. Şarkını Söylediğin Zaman'ı yayınlandığı dönem metroda, dolmuşta çok sayıda kadının elinde görünce keşfettim ve bunun üzerine merakla satın aldım. Çok kitap alan, okuma hızı alma hızına yetişmeyen ve içinde bulunduğu hissiyata göre okuyacağı kitabı seçen bir okur olduğumdan da geçtiğimiz iki sene boyunca elim kitaba uzanmadı. Geçtiğimiz hafta günümün büyük bir bölümünü toplu taşıma araçlarında geçireceğim bir gün yolda okuyacak kitap ararken Şarkını Söylediğin Zaman'ı hatırladım ve okumaya başladım.
Bu aşamada romanı olay örgüsünü öğrenmeden okumak isteyenleri uyarayım: Yazımın bundan sonrası bolca spoiler içeriyor!
Şarkını Söylediğin Zaman 50li yaşlardaki Cihan ile 30larına yeni yaklaşan Ayşe'nin aşk hikayesini anlatıyor. 80 darbesi öncesinin çalkantılı siyasi olayları sırasında üniversite okumuş ve o dönemin şanssız bir çok parlak genci gibi hayatının önemli bir dönemi bu olaylardan etkilenmiş olan Cihan, yüksek öğrenimi için yurtdışına gitmiş, uzunca yıllar orada kalmış ve yurda yine bir üniversite bağlantısıyla dönüş yapmıştır. Eski dostlarla görüştüğü bir akşam yemeğinde kendisinden epey genç olan Ayşe ile tanışır. Bir yandan ülkeye dönüşün bir sonucu olarak üniversite döneminde yaşadığı karşılıksız aşkı Deniz'in hatıraları ile yeniden yüzleşir, bir yandan da Ayşe'nin cesur ilan-ı aşk'ı ile kendini hiç beklemediği anda yeni bir aşka yelken açmışken bulur. Ancak Ayşe ile tanışır tanışmaz yaşadığı o "tanıdık" hissin tek sebebi sadece ülkeye dönüşün getirdiği bir his değildir, Ayşe aslında Deniz'in kızıdır! Cihan ve Ayşe genç yaşta ölen Deniz'in hatırasıyla ayrı ayrı hesaplaştıktan sonra her şeye rağmen birlikte olmaya karar verirler.
Roman, öncelikle arka kapağında ve çeşitli yayın organlarında karşınıza çıkan özetlerinde iddia ettiği gibi Cihan ve Deniz'in değil, aslında ağırlıklı olarak Cihan'ın hikayesini anlatıyor. Ayşe'nin hikayesi de ön planda elbet ama yazarın aslen Cihan'ın öyküsünü anlatmayı tercih ettiği çok belli. Deniz, romanda Cihan'ın öyküsüne hizmet ettiği ölçüde, kafası karışık, Cihan'dan ne istediği belirsiz, kayıp bir karakter olarak var. "Kırmızı Defter" bölümünde ölmeden önce sakladığı bir deftere yazdığı anılarında, karşımıza babaerkil bir ailede annesinin ezilmesine, aldatılmasına göz yumarak büyümüş, kendine biçilen anne, ev kadını, eş rollerinden kaçmak için ne yapacağını şaşırmış bir halde çıkıyor. Cihan'ın aşkına aslında o da ona aşık olmasına rağmen neden karşılık vermediği çok belli değil. Demin bahsettiğim rollere ait olamadığı için kimlik bunalımı yaşayıp evlenip boşandıktan sonra bile evde baba baskısı görüyor, ama biz "Cihan'a neden yüz vermedi. Ona ne dengesiz davrandı," gibi kaygıları önemsemeye zorlanıyoruz. Deniz, 26 yaşında evlenip boşanmış 1 çocuk annesi, darbe sonrası hapishanede yatmış bir kadın olarak hala "Babam ne der?" kaygısıyla, onun namus ve ahlak anlayışına cevap vermek zorunda kalarak yaşıyor. Hapishanede tecavüze uğramış, işkence görmüş. Sığındığı adamlar tarafından ya yüzüstü bırakılmış, ya da o adamlar öldürülmüş. Tüm bunları anlattığı defter, kendi kızı tarafından okunduktan sonra sırf Cihan'la başladıkları ilişkinin önünü kesmesin diye paramparça edilip çöpe atılıyor.
Ayşe ile Deniz'in arasındaki ilişki elbette çok sorunlu ve zayıf bir ilişki, dolayısıyla Ayşe'nin annesine öfkesi çok anlaşılır. Ancak yazarın Deniz'e karşı tutumu ne yazık ki anlaşılır, hatta inanılır gibi değil. Cihan da Ayşe de aralarındaki Deniz bağını çok kolay görmezden gelip aşklarına gönül rahatlığıyla devam edebiliyorlar. Ne Ayşe annesinin seviştiği, küçükken "Cihan Abi," dediği bir adamla birlikte olmaktan rahatsız, ne de Cihan.. Ayşe, Cihan'a yazar tarafından aralarındaki yaş farkına, Deniz'in kızı olmasına, Cihan'ın küçükken oyuncak aldığı bir çocuk olmasına rağmen, Deniz'in hayatı pahasına resmen bir tepsi üzerinde sunuluyor. Siz de okuduğunuz şey adeta bir ensest hikayesiymiş gibi bir mide bulantısıyla başbaşa kalıyorsunuz. Deniz'in intihar etmeden önceki son satırlarından biri: "Cihan, kızıma sahip çık sevgilim."
Ayşe, annesinin eski sevgilisini, hatta ona aşık olarak öldüğü adamı, romanın son sayfalarında tıpkı çocukluğunda olduğu gibi "Cihan Abi" diyerek karşılıyor. Ve biz de bunda bir romantizm yakalamaya, Cihan Ayşe'ye "Büyümeni bekliyordum," derken duygulanmaya, hatta ağlamaya davet ediliyoruz.
Ben, yazdıklarımdan da çıkarabileceğiniz gibi Deniz'in (ve hatta Ayşe'nin) Cihan'a kurban edilmesine, kalan tek hatırasının bile paramparça edilmesine, tüm sıkıntılarının "ne istediğini bilmeme"ye indirgenmesine, kendini açıkça gösteren psikolojik sıkıntılarının üzerine hiç gidilmemesine, çok ÇOK sinirlendim. Özellikle de tüm bu seçimleri yapanın, böyle bir hikayeyle iki kadını bir erkek aşkının geçmişleri değersiz objeleri olarak kurgulayanın, bir kadın yazar olduğunu bilmek, beni hem edebiyatımızın hem de bu toplumun cinsiyet algısının edebiyata yansımasının geleceği adına çok mutsuz etti. "Keşke okumasaydım," çok demem, genelde hiç olmasa merakımı tatmin ettiğime sevinirim en azından ama, keşke Şarkını Söylediğin Zaman'ı okumasaydım.
28.10.13
Dracula: Bram Stoker Klasiği Yepyeni Bir Uyarlama ile Televizyonda
True Blood, The Vampire Diaries, The Originals, Being Human ve eminim unuttuğum diğerleri, televizyondaki vampir kotasını doldurmaya yetmemiş olacak ki, bu sefer de NBC Bram Stoker klasiği Dracula'yı aynı isimle ekrana uyarlamaya karar vermiş. İlk bölümü geçtiğimiz Cuma yayınlanan ve fena da reyting almayan diziyi Dizi-Mag'de görünce öylesine, ne beklemem gerektiğini çok kestiremeden izledim ve son derece ortalama bir yapımla karşılaştım.
Öncelikle şunu söylemeliyim: Bram Stoker'ın eserini okumadım, o yüzden orijinaline ne kadar sadık bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorum. Ancak diziye dair okuduğum yorumlardan yola çıkarak en azından romandaki ana karakterleri (Dracula, Mina, Van Helsing, vs) ve belli hikayeleri koruduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan "Önce kitabı okuyayım"cıların diziye başlamadan önce bir düşünmelerinde fayda var :) İlk bölümün konusuna gelirsek..
Öncelikle şunu söylemeliyim: Bram Stoker'ın eserini okumadım, o yüzden orijinaline ne kadar sadık bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu bilmiyorum. Ancak diziye dair okuduğum yorumlardan yola çıkarak en azından romandaki ana karakterleri (Dracula, Mina, Van Helsing, vs) ve belli hikayeleri koruduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan "Önce kitabı okuyayım"cıların diziye başlamadan önce bir düşünmelerinde fayda var :) İlk bölümün konusuna gelirsek..
İzbe bir mezarda uzunca bir süredir tutsak bulunan Dracula 1881 yılında yeniden uyandırılır. Viktoryen Londra'da Alexander Grayson ismiyle Amerikalı bir iş adamı kimliğini benimser ve dönemin güçlü zenginlerini rahatsız edecek bir buluşu büyük bir baloyla yüksek sosyeteye tanıtır. Amacı, kendisi zorla hapsedilmeden önce de zenginliği ve acımasızlığı ile bilinen gizli topluluk Order of the Dragon'ı buluşuyla parasız ve güçsüz bırakmaktır. Malikanesinde düzenlediği gösteri büyük bir başarıyla sonuçlanır ve tahmin ettiği gibi Dragon üyelerini son derece rahatsız eder. Ve Dracula, ölmüş karısına çok benzeyen Mina Murray'le tanışır.
Mümkün olduğunca spoiler'sız tutmaya çalıştığım bu özet size sıkıcı, hikaye örgüsü de biraz damdan düşme geldiyse eğer, merak etmeyin sorun sizde değil: Dizinin ilk ve aynı zamanda pilot bölümü olan The Blood is the Life gerçekten de bu kadar sıkıcı ve damdan düşme. Dracula'nın uyanır uyanmaz neden böyle bir kimlik seçtiği, bir balo düzenlediği, ve de bu baloda insanlara buluşunu sergilediği ile ilgili açıklamayı ancak bölümün sonunda ve son derece heyecansız bir şekilde öğreniyoruz. Yani Dracula neredeyse 30 dakika boyunca motivasyonsuz, neyi neden yaptığı belirsiz, "yarım" bir karakter. Order of the Dragon'dan neden haz etmediği, onlara açtığı savaşın neden önemli olduğu gibi izleyiciye yapılması gereken önemli açıklamalar da bence yine zamanında yapılmayıp muhtemelen merak ve "şok" unsuru yaratması amacıyla bölüm sonuna bırakılmış.
Mümkün olduğunca spoiler'sız tutmaya çalıştığım bu özet size sıkıcı, hikaye örgüsü de biraz damdan düşme geldiyse eğer, merak etmeyin sorun sizde değil: Dizinin ilk ve aynı zamanda pilot bölümü olan The Blood is the Life gerçekten de bu kadar sıkıcı ve damdan düşme. Dracula'nın uyanır uyanmaz neden böyle bir kimlik seçtiği, bir balo düzenlediği, ve de bu baloda insanlara buluşunu sergilediği ile ilgili açıklamayı ancak bölümün sonunda ve son derece heyecansız bir şekilde öğreniyoruz. Yani Dracula neredeyse 30 dakika boyunca motivasyonsuz, neyi neden yaptığı belirsiz, "yarım" bir karakter. Order of the Dragon'dan neden haz etmediği, onlara açtığı savaşın neden önemli olduğu gibi izleyiciye yapılması gereken önemli açıklamalar da bence yine zamanında yapılmayıp muhtemelen merak ve "şok" unsuru yaratması amacıyla bölüm sonuna bırakılmış.
Dizinin ve ana karakterin iskeletini oluşturacak bu bilgiler eksik olunca da geriye kalan sadece zaman zaman kitsch'e varan bir abartı. Diyaloglar, Jonathan Rhys Meyers'ın yine "büyük" oynadığı Dracula'nın monologları, izlerken rahatsız edecek kadar abartılı. Söz konusu olan Dracula, dönem de 19. yy sonu olunca bu abartı aslında çok göze batmayabilir, dramatik etki için çok başarılı bir şekilde avantaja çevirilebilirdi; ancak dediğim gibi hikaye ve karakter örgüsündeki açıklar bunu ne yazık ki mümkün kılmıyor. Meyers, nüanslı performanslarıyla bilinen bir oyuncu olmadığından (bkz: The Tudors) böyle bir Dracula yaratması pek şaşırılası değil ve yer yer de olsa abartısına rağmen performansındaki heyecanla sizi yakalamayı başarıyor. Eğer dizi bu ilk bölümün acemiliğinden kurtulur ve kendini toparlayabilirse Meyers'ın performansı çok daha uygun bir ışıkta kendini gösterebilir diye düşünüyorum. Bu haliyle Jonathan Rhys Meyers'ın elindeki malzemeyle ancak bunu yapabildiği çok belli çünkü.
Dracula, bir NBC yapımı olduğundan, ilk bölümüyle Amerikan televizyonlarının ölü günü olan Cuma günü yayınlanmasına rağmen bile 5 milyon izleyiciye ulaşabilmiş. Okuduğum yorum yazıları çok parlak olmasa da Tumblr gibi heyecanlı izleyici yorumlarının ağırlıklı olduğu platformlarda kendine epey bir hayran edinmiş gibi görünüyor. Ben şimdilik (çok meraklıları dışında) diziyi önermemeyi ve kesin bir karara varmadan birkaç bölüm daha beklemeyi seçiyorum.
PS: Lucy rolündeki Katie McGrath Keira Knightley'ye şeytan ikizi olabilecek kadar çok benziyor!
Dracula, bir NBC yapımı olduğundan, ilk bölümüyle Amerikan televizyonlarının ölü günü olan Cuma günü yayınlanmasına rağmen bile 5 milyon izleyiciye ulaşabilmiş. Okuduğum yorum yazıları çok parlak olmasa da Tumblr gibi heyecanlı izleyici yorumlarının ağırlıklı olduğu platformlarda kendine epey bir hayran edinmiş gibi görünüyor. Ben şimdilik (çok meraklıları dışında) diziyi önermemeyi ve kesin bir karara varmadan birkaç bölüm daha beklemeyi seçiyorum.
PS: Lucy rolündeki Katie McGrath Keira Knightley'ye şeytan ikizi olabilecek kadar çok benziyor!
9.10.13
Witches of East End: Lifetime'dan Yeni Bir Cadı Dizisi
Konu supernatural olunca bende akan suların durduğunu bu blogu biraz kurcalayan herkes fark edecektir :) Lifetime'ın yeni dizisi Witches of East End'i de yine bu ilginin sonucu olarak büyük bir merakla izledim ve hakkında okuduğum tüm kötü yorumlara rağmen ortalama üstü bir ilk bölüm ile karşılaştım.
Dizinin ilk bölümünü konuşmadan önce ansiklopedik bilgileri aradan çıkarmakta fayda var: Witches of East End, Melissa de la Cruz'un aynı isimli romanından uyarlama bir dizi ve bir cadı ailesi olan Beauchamplar'ın iki jenerasyonunun maceralarını konu ediniyor. Başrollerinde Julia Ormond, Madchen Amick gibi televizyonun alışık olduğu isimlerin yanı sıra Jenna Dewan-Tatum ve Rachel Boston gibi isimler var. Konusuna gelince.. Joanna Beuachamp, ölümsüz bir cadıdır ancak tıpkı kız kardeşi Wendy gibi henüz bilmediğimiz bir sebepten lanetlenmiştir: kızları Freya ve Ingrid, 30 yaşına gelemeden ölür ve yeniden hayata gelirler. Bu reenkarnasyon yüzyıllar boyunca kendini tekrarlayarak devam eder ve Joanna, kaderinden kaçmanın tek yolunu kızlarından cadı olduklarını saklamakta bulur. Ancak bu sırı saklamak, Beauchamplar'ı öldürmek isteyen bir düşmanın ortaya çıkmasıyla imkansız bir hal alır.
Witches of East End'in bahsettiğim bu mitolojik arka planının yanı sıra tonuna çok hakim olan bir soap-opera da söz konusu. Yani entrika, drama ve de tabii ki soap-opera deyince olmazsa olmaz abartı aşk hikayeleri dizinin önemli bir parçası ve de benim şimdiye kadar okuduğum olumsuz yorumlar da hep bunlar üzerine yapılan yorumlar olmuş. Ancak dizinin yayınlandığı kanal (Lifetime) bu tür yapımlarla bilinen bir kanal olduğundan ve dizinin hedefi (bence) The Vampire Diaries, Charmed, Supernatural gibi dizilerin takipçilerine benzer sadık bir kitle edinmek olduğundan bence bunlar pek manalı eleştiriler değil. Karşımızdaki bir HBO, Showtime, hatta bir FOX yapımı bile değil, dolayısıyla kendini ciddiye almadan, ödül peşinde koşmadan eğlendirmekten başka bir amacı yok :)
Dizinin ilk bölümünü konuşmadan önce ansiklopedik bilgileri aradan çıkarmakta fayda var: Witches of East End, Melissa de la Cruz'un aynı isimli romanından uyarlama bir dizi ve bir cadı ailesi olan Beauchamplar'ın iki jenerasyonunun maceralarını konu ediniyor. Başrollerinde Julia Ormond, Madchen Amick gibi televizyonun alışık olduğu isimlerin yanı sıra Jenna Dewan-Tatum ve Rachel Boston gibi isimler var. Konusuna gelince.. Joanna Beuachamp, ölümsüz bir cadıdır ancak tıpkı kız kardeşi Wendy gibi henüz bilmediğimiz bir sebepten lanetlenmiştir: kızları Freya ve Ingrid, 30 yaşına gelemeden ölür ve yeniden hayata gelirler. Bu reenkarnasyon yüzyıllar boyunca kendini tekrarlayarak devam eder ve Joanna, kaderinden kaçmanın tek yolunu kızlarından cadı olduklarını saklamakta bulur. Ancak bu sırı saklamak, Beauchamplar'ı öldürmek isteyen bir düşmanın ortaya çıkmasıyla imkansız bir hal alır.
Witches of East End'in bahsettiğim bu mitolojik arka planının yanı sıra tonuna çok hakim olan bir soap-opera da söz konusu. Yani entrika, drama ve de tabii ki soap-opera deyince olmazsa olmaz abartı aşk hikayeleri dizinin önemli bir parçası ve de benim şimdiye kadar okuduğum olumsuz yorumlar da hep bunlar üzerine yapılan yorumlar olmuş. Ancak dizinin yayınlandığı kanal (Lifetime) bu tür yapımlarla bilinen bir kanal olduğundan ve dizinin hedefi (bence) The Vampire Diaries, Charmed, Supernatural gibi dizilerin takipçilerine benzer sadık bir kitle edinmek olduğundan bence bunlar pek manalı eleştiriler değil. Karşımızdaki bir HBO, Showtime, hatta bir FOX yapımı bile değil, dolayısıyla kendini ciddiye almadan, ödül peşinde koşmadan eğlendirmekten başka bir amacı yok :)
Bu gözle bakınca ben ilk bölümü ortalamanın üstünde ve son derece eğlenceli buldum. Beauchamplar'ın hikayesinin kesinlikle izleyiciyi ekran başında tutacak bir gizemi var. Özellikle Ingrid ve Freya'nın sürekli reenkarne olması hikayesini çok orijinal ve ilginç buldum. Aynı şekilde Ingrid ve Freya'nın doğa üstü güçlere bakışlarındaki ve de karakterlerindeki farklılık, buna paralel olarak Joanna ve Wendy arasındaki kızkardeş dinamiği yine dizinin artılarından.
Reytingler, Amerikan televizyonlarında rekabetin yüksek olduğu Pazar günü için dizinin iyi bir başlangıç yaptığını gösteriyor. Lifetime şimdilik Witches of East End'in ilk sezonu için 10 bölüm sipariş etmiş, bu da reytingler çok büyük bir düşüş göstermediği sürece en az 10 bölüm Beauchamplar ile birlikteyiz anlamına geliyor. Uzunca bir süre Charmed izlemiş, Witches of Eastwick, Practical Magic vb yapımları büyük bir keyifle izlemiş ve genel olarak cadı anlatılarını çok ilginç bulan biri olarak Witches of East End'in beni örneğin bir American Horror Story: Coven kadar tatmin etmeyecek olsa da çok eğlendireceğini düşünüyorum. Gittikçe standartları yükselen TV sektöründe ne kadar barınıp barınamayacağını ve kendine bir kitle edinip edinemeyeceğini de hep birlikte göreceğiz :)
Not: Benim gibi Wendy'yi nereden tanıdık bulduklarını hatırlayamayıp henüz IMDB'ye yolu düşmeyenler için Madchen Amick Twin Peaks'in Shelley'si!
8.10.13
Spotify Nedir? Neden Kullanmalısınız?
Bu tür bir yazıyı Bloglovin' için yazarken aklımda böyle bir seri başlatmak yoktu aslına bakarsanız. Ancak Spotify'a öyle bir vuruldum ki hakkında yazmadan, tavsiye etmeden geçemeyeceğim.
Spotify, birkaç ay önce Facebook'ta yabancı arkadaşlarımın kullandığını görüp merak ettiğim bir programdı. Türkiye'den henüz ulaşılabilir olmadığını öğrenince de açıkçası ne olduğunu öğrenmek için çok çabalamamıştım. Yakın zamanda yine Facebook'ta bu sefer Türkiye'den arkadaşlarımın kullandıklarını görünce hemen gidip programı edindim ve yazımın başında da bahsettiğim gibi vuruldum, vu-rul-dum ve iddia ediyorum ki siz de vurulacaksınız! Peki nedir Spotify?
Spotify, 2008'de İsveç'te kurulmuş bir müzik stream programı. Bilgisayarınızda, tablet cihazlarınızda ve telefonunuzda kullanabiliyorsunuz. Digital Rights Management tarafından desteklenen bir hizmet sağlıyor, yani tamamen yasal. Ücretsiz ve Premium olmak üzere iki servisi bulunuyor. Ücretsiz versiyonunda birkaç şarkıda bir radyolarda olduğu gibi reklamlar oluyor, ancak radyodakine nazaran çok çok kısa reklamlar bunlar. Premium'da reklamsız ve kesintisiz müzik dinleyebiliyor ve şarkı indirebiliyorsunuz.
Peki nedir Spotify'ı Grooveshark'tan, Pandora'dan ve benzerlerinden ayıran? Öncelikle, Spotify'da ulaşamayacağınız sanatçı ve albüm neredeyse yok. "Neredeyse" diyorum çünkü sadece 10 gündür kullanıyorum ama bu sürede böyle bir durumla karşılaşmadım. Özellikle Grooveshark'ta zaman zaman karşılaştığım şarkının kesilmesi, geç yüklenmesi gibi bir durum kesinlikle Spotify'da yok. Yine Grooveshark'taki gibi tek tek şarkı seçip çalınanlar listesine atmak gibi bir durum da yok. Özellikle benim gibi albüm dinlemekten hoşlananlardansanız bir grubun albüm sayfasına girip play'e basmanız yeterli.
Benim için bunlar bile yeterince büyük artılar ama Spotify'ın alamet-i farikası bunlarla da sınırlı değil. Facebook hesabınız üzerinden kullandığınız bir program olduğu için isterseniz Facebook arkadaşlarınızın da neler dinlediğini takip edebiliyorsunuz. Dinledikleriniz Facebook'ta görünmek zorunda değil bu arada, o konuda tercih tamamen size kalmış :) Uygulama Bulucu'dan Last.fm'i seçtiğinizde, eğer Last.fm kullanıyorsanız şimdiye kadar dinledikleriniz üzerinden size tavsiyelerde bulunuyor ve Spotify üzerinden dinlediklerinizi Last.fm hesabınızda da görebiliyorsunuz. Pitchfork, NME gibi yayın ve müzik şirketlerinin uygulamalarını takip ettiğinizde de onların hakkında yazdığı ve yayınladığı albüm, şarkı ve sanatçıları dinleyebiliyorsunuz. Benim en çok bayıldığım özelliklerden biri de bu oldu açıkçası. Pitchfork'ta hakkında okuduğunuz bir albümü gidip indirmek gibi bir derdiniz yok Spotify'la örneğin, anında o albümü dinleyebiliyorsunuz.
Kısacası müziğe daha kolay ve sınırsız ulaşım açısından gerçekten inanılmaz başarılı bir program Spotify. Ofisine müzik arşivini taşımak zorunda kalmadan işte müzik dinlemek isteyenler, devamlı albüm, şarkı vs indirmek zorunda kalmak istemeyenler ve yasal bir şekilde müzik dinleyerek sevdikleri isimlere katkı sağlamak isteyenler için kesinlikle alternatifi yok. Herkese gözüm kapalı tavsiyemdir :)
Spotify, birkaç ay önce Facebook'ta yabancı arkadaşlarımın kullandığını görüp merak ettiğim bir programdı. Türkiye'den henüz ulaşılabilir olmadığını öğrenince de açıkçası ne olduğunu öğrenmek için çok çabalamamıştım. Yakın zamanda yine Facebook'ta bu sefer Türkiye'den arkadaşlarımın kullandıklarını görünce hemen gidip programı edindim ve yazımın başında da bahsettiğim gibi vuruldum, vu-rul-dum ve iddia ediyorum ki siz de vurulacaksınız! Peki nedir Spotify?
Spotify, 2008'de İsveç'te kurulmuş bir müzik stream programı. Bilgisayarınızda, tablet cihazlarınızda ve telefonunuzda kullanabiliyorsunuz. Digital Rights Management tarafından desteklenen bir hizmet sağlıyor, yani tamamen yasal. Ücretsiz ve Premium olmak üzere iki servisi bulunuyor. Ücretsiz versiyonunda birkaç şarkıda bir radyolarda olduğu gibi reklamlar oluyor, ancak radyodakine nazaran çok çok kısa reklamlar bunlar. Premium'da reklamsız ve kesintisiz müzik dinleyebiliyor ve şarkı indirebiliyorsunuz.
Peki nedir Spotify'ı Grooveshark'tan, Pandora'dan ve benzerlerinden ayıran? Öncelikle, Spotify'da ulaşamayacağınız sanatçı ve albüm neredeyse yok. "Neredeyse" diyorum çünkü sadece 10 gündür kullanıyorum ama bu sürede böyle bir durumla karşılaşmadım. Özellikle Grooveshark'ta zaman zaman karşılaştığım şarkının kesilmesi, geç yüklenmesi gibi bir durum kesinlikle Spotify'da yok. Yine Grooveshark'taki gibi tek tek şarkı seçip çalınanlar listesine atmak gibi bir durum da yok. Özellikle benim gibi albüm dinlemekten hoşlananlardansanız bir grubun albüm sayfasına girip play'e basmanız yeterli.
Benim için bunlar bile yeterince büyük artılar ama Spotify'ın alamet-i farikası bunlarla da sınırlı değil. Facebook hesabınız üzerinden kullandığınız bir program olduğu için isterseniz Facebook arkadaşlarınızın da neler dinlediğini takip edebiliyorsunuz. Dinledikleriniz Facebook'ta görünmek zorunda değil bu arada, o konuda tercih tamamen size kalmış :) Uygulama Bulucu'dan Last.fm'i seçtiğinizde, eğer Last.fm kullanıyorsanız şimdiye kadar dinledikleriniz üzerinden size tavsiyelerde bulunuyor ve Spotify üzerinden dinlediklerinizi Last.fm hesabınızda da görebiliyorsunuz. Pitchfork, NME gibi yayın ve müzik şirketlerinin uygulamalarını takip ettiğinizde de onların hakkında yazdığı ve yayınladığı albüm, şarkı ve sanatçıları dinleyebiliyorsunuz. Benim en çok bayıldığım özelliklerden biri de bu oldu açıkçası. Pitchfork'ta hakkında okuduğunuz bir albümü gidip indirmek gibi bir derdiniz yok Spotify'la örneğin, anında o albümü dinleyebiliyorsunuz.
Kısacası müziğe daha kolay ve sınırsız ulaşım açısından gerçekten inanılmaz başarılı bir program Spotify. Ofisine müzik arşivini taşımak zorunda kalmadan işte müzik dinlemek isteyenler, devamlı albüm, şarkı vs indirmek zorunda kalmak istemeyenler ve yasal bir şekilde müzik dinleyerek sevdikleri isimlere katkı sağlamak isteyenler için kesinlikle alternatifi yok. Herkese gözüm kapalı tavsiyemdir :)
3.10.13
Kısa Kısa.. #2
Bunca zamandır varlığından bile haberdar olmadığıma çok yandığım Drop Dead Gorgeous, şahane bir komedi filmi. Amerika'nın kırsal eyaletlerinden birinde düzenlenen lise güzellik yarışması, o kasabanın tek heyecan kaynağıdır. Yarışmaya katılan kızlar kadar kızların aileleri ve kasaba sakinleri de, bu yarışmanın getireceği ortalama Amerikalı için sıradan ancak kendileri için önemli ve büyük kazançlar ile kafayı bozmuştur. Bu obsesyon cinayete kadar varır ve herkesin gerçek yüzü ortaya çıkar. Kirsten Dunst, Denise Richards, Kristie Alley gibi isimlerin baş rolde olduğu film, aynı zamanda Amy Adams'ın ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Belgesel formatında çekilmiş olması, yarattığı komik, absürd ama bir o kadar da gerçekçi durumlar, aynı zamanda önemli de bir Amerikan popüler kültürü eleştirisi sunuyor. Mutlaka izlenmeli! Çok, çok, çok iyi!
Son zamanlarda izlediğim filmler arasında beni en fazla hayalkırıklığına uğratan film World War Z sanırım. Senaryosunun defalarca yeniden yazıldığı, stüdyonun ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmadığı vs vs gibi dedikodular film gösterime girmeden önce ortalıkta dolanıyordu, ama tüm bunlara rağmen böylesine ne olacağına karar veremeyen bir senaryo ile karşılacağımızı tahmin etmiyordum. Birden ortaya çıkan ve tüm dünyayı ele geçiren bir virüs (28 Days Later'a selam ola) insan nüfusunu tehdit etmektedir. Birleşmiş Milletler için çalışan Brad Pitt'in canlandırdığı Gerry Lane, bu duruma çare bulmakla görevlendirilir. Bu konuda tereddütleri olan Lane, ailesinin de tehlikede olması sebebiyle görevi isteksiz de olsa kabul eder. Sonrası da zombiler, vahşet, umutsuz gelişmeler, ama her şeye rağmen zafer.. Son derece klişe ve sıradan bu hikayeyi benzerlerinden ayırabilecek karakter donanımı ve arka plan hikayesi (Lane'in geçmişinde onu Birleşmiş Milletler'den uzaklaştıran şeyin ne olduğu örneğin) ne yazık ki yok ve Brad Pitt'in saçları bile filmi kurtaramıyor.
İtiraf etmeliyim ki, 80lerin en popüler gençlik filmlerinden Teen Wolf'a cevaben çekilmiş bu filmi izlemek için benim gereksiz merakıma sahip olmak gerekiyor :) Blake Lively'nin daha ünsüz kardeşi Robyn Lively'nin başrolde olduğu film, kült mertebesine ulaşmış ve bu mertebenin hakkını verecek kadar zor ulaşılır, ortalama bir film. Gösterişsiz ve inek Louise, okulda kimsenin ilgisini çekmeyen, futbol takımı kaptanı Brad'e aşık bir kızcağızdır. Bir gün bir başka cadıdan doğaüstü güçleri olduğunu öğrenir. Bildiğiniz, daha önce bin kez işlenmiş bir hikaye yani :) Filmin sonunda tahmin edebileceğiniz gibi Louise kuğuya dönüşüyor ve hayallerinin erkeğine kavuşuyor. "İzlemeyeyim ama azıcık da merakımı gidereyim," diyenleri şu videoya yönlendireyim ve VHS'den çekme bir kopyasının isohunt'tan bulunabileceğini de sözlerime ekleyeyim.
Freaks and Geeks'den beri Seth Rogen'a olan sevgim bir başkadır. James Franco ile kendisini daha önce çok çok komik Pineapple Express'te de izlemiş olduğumdan, bu ikiliyi tekrar birlikte izleme konusunda son derece heyecanlıydım. James Franco, Rogen, Jonah Hill, Jay Baruchel, Danny McBride ve Craig McRobinson'dan oluşan kadronun kendilerini canlandırdıkları bir kıyamet günü filmi fikri de, en baştan beri bana hep yüksek potansiyelli bir fikir gibi gelmişti. Tüm bu pozitif işaretlere rağmen film, bence potansiyelinin çok altında bir performans gösteriyor. En komik anları trailer'da zaten izleyebileceğiniz anlar (McBride'ın pek PG-13 olmayan bir sahnesi hariç) ve şakaların çoğunun bu oyuncuları iyi tanımayan, takip etmeyen ve haklarında çıkan haberleri bilmeyen izleyiciyi pek güldüreceğini düşünmüyorum. Yine de eğer bu isimleri takip ediyorsanız, sırf The Exorcism of Jonah Hill bölümü için bile izlenir.
Geçtiğimiz aylarda baş rollerinden Cory Montheith'in overdose'dan ölümüyle gündeme gelen Glee'nin hayatımıza kattığı en iyi şeylerden biri, kesinlikle Pitch Perfect'in sinemaya uyarlanmasının yolunu açması oldu. Evet, Pitch Perfect bir roman uyarlaması ve okul korolarını konu edinen işler arasında komedisiyle ön plana çıkıyor. En güzel tarafı da, Glee'den farklı olarak Amerikan lisesi klişelerinden uzak (Pitch Perfect üniversitede geçiyor) olması, ve kendisini ciddiye almaması. Anna Kendrick, True Blood'ın Sarah Newlin'i Anna Camp, bu filme kadar kendisini yeterince takdir etmediğim Avustralyalı komedyen Rebel Wilson ve de tabii ki Skylar Astin gibi müzikal tiyatroda deneyimli isimleri kadrosunda barındırması da cabası. İzleyin ve müzikal tiyatro seven tanıdıklarınıza mutlaka izletin!
Son zamanlarda izlediğim filmler arasında beni en fazla hayalkırıklığına uğratan film World War Z sanırım. Senaryosunun defalarca yeniden yazıldığı, stüdyonun ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmadığı vs vs gibi dedikodular film gösterime girmeden önce ortalıkta dolanıyordu, ama tüm bunlara rağmen böylesine ne olacağına karar veremeyen bir senaryo ile karşılacağımızı tahmin etmiyordum. Birden ortaya çıkan ve tüm dünyayı ele geçiren bir virüs (28 Days Later'a selam ola) insan nüfusunu tehdit etmektedir. Birleşmiş Milletler için çalışan Brad Pitt'in canlandırdığı Gerry Lane, bu duruma çare bulmakla görevlendirilir. Bu konuda tereddütleri olan Lane, ailesinin de tehlikede olması sebebiyle görevi isteksiz de olsa kabul eder. Sonrası da zombiler, vahşet, umutsuz gelişmeler, ama her şeye rağmen zafer.. Son derece klişe ve sıradan bu hikayeyi benzerlerinden ayırabilecek karakter donanımı ve arka plan hikayesi (Lane'in geçmişinde onu Birleşmiş Milletler'den uzaklaştıran şeyin ne olduğu örneğin) ne yazık ki yok ve Brad Pitt'in saçları bile filmi kurtaramıyor.
İtiraf etmeliyim ki, 80lerin en popüler gençlik filmlerinden Teen Wolf'a cevaben çekilmiş bu filmi izlemek için benim gereksiz merakıma sahip olmak gerekiyor :) Blake Lively'nin daha ünsüz kardeşi Robyn Lively'nin başrolde olduğu film, kült mertebesine ulaşmış ve bu mertebenin hakkını verecek kadar zor ulaşılır, ortalama bir film. Gösterişsiz ve inek Louise, okulda kimsenin ilgisini çekmeyen, futbol takımı kaptanı Brad'e aşık bir kızcağızdır. Bir gün bir başka cadıdan doğaüstü güçleri olduğunu öğrenir. Bildiğiniz, daha önce bin kez işlenmiş bir hikaye yani :) Filmin sonunda tahmin edebileceğiniz gibi Louise kuğuya dönüşüyor ve hayallerinin erkeğine kavuşuyor. "İzlemeyeyim ama azıcık da merakımı gidereyim," diyenleri şu videoya yönlendireyim ve VHS'den çekme bir kopyasının isohunt'tan bulunabileceğini de sözlerime ekleyeyim.
Freaks and Geeks'den beri Seth Rogen'a olan sevgim bir başkadır. James Franco ile kendisini daha önce çok çok komik Pineapple Express'te de izlemiş olduğumdan, bu ikiliyi tekrar birlikte izleme konusunda son derece heyecanlıydım. James Franco, Rogen, Jonah Hill, Jay Baruchel, Danny McBride ve Craig McRobinson'dan oluşan kadronun kendilerini canlandırdıkları bir kıyamet günü filmi fikri de, en baştan beri bana hep yüksek potansiyelli bir fikir gibi gelmişti. Tüm bu pozitif işaretlere rağmen film, bence potansiyelinin çok altında bir performans gösteriyor. En komik anları trailer'da zaten izleyebileceğiniz anlar (McBride'ın pek PG-13 olmayan bir sahnesi hariç) ve şakaların çoğunun bu oyuncuları iyi tanımayan, takip etmeyen ve haklarında çıkan haberleri bilmeyen izleyiciyi pek güldüreceğini düşünmüyorum. Yine de eğer bu isimleri takip ediyorsanız, sırf The Exorcism of Jonah Hill bölümü için bile izlenir.
Spielberg klasiklerinden Jurassic Park, gösterime girişinin 20. yılı dolayısıyla geçtiğimiz aylarda bu sefer 3D'de yeniden gösterimdeydi bildiğiniz üzere. Daha önce, TV'de parça pörçük izlediğim bölümlerini saymazsak, hiç izlemediğim bu filmi yeniden gündemde olmasını fırsat bilerek sonunda izledim ve de büyük bir hayalkırıklığına uğradım. Çocuklar ve yeniyetmeler için (filme en çok ilgiyi gösteren kesim için yani) neden çekici olabileceğini kestirebiliyorum, ama benim için ne hikayenin, ne karakterlerin ne de filmde yaratılan gerilimin hiçbir çekiciliği olmadı maalesef. O kadar ki, üçlemeyi izleme niyetindeydim, ama bu filmden sonra ondan da vazgeçtim. Çocuk istemeyen Alan Grant'ın Jurassic Park'ta yardım ettiği çocuklar nedeniyle baba olmaya ısınması hikayesini de çok altı boş ve garip buldum. Benim için filmin tek artıları Jeff Goldblum ve Seinfeld'in Newman'ı Wayne Knight'tı.
26.8.13
Lorde: Yeni Zelandalı Bir Wunderkind
Popüler müziği takip etmek için TV izlemeyi bıraktığımdan beri (2000ler'in ilk yarısından beri yani) kimler çok dinleniyor, çok satıyor, ne yeni, vs gibi konularda eskisi kadar erkenci olamıyorum. Tabii ki çok popüler olandan zaten kendisini Twitter vs sayesinde gözünüze soktuğu için haberdar olmamak mümkün değil; ama bazen bazı isimleri gözden kaçırabiliyorsunuz. 'Popüler = kötü' anlayışını da ön yargılı bulduğumdan ara ara 'top' listelerine göz atıyorum. Lorde'nin ismini de ilk kez iTunes'un popüler albümler listesinde gördüm. Sonra da nasıl olduysa bir yerlerden 16 yaşında olduğunu okudum ve iyice meraklandım. The Love Club isimli EP'sini defalarca dinlendikten sonra da ilgim ve merakım dörde beşe katlandı, çünkü karşımdaki güncel müzik ve kültür dünyasını çok iyi anlamış, yaşından beklenmeyecek kalitede, kaliteli pop müzik icra eden genç bir kadındı. Peki kimdi bu Lorde? Nereliydi, nasıl olmuştu da iTunes'un en çok satanlar listesine girmişti ama yüzü her yerde değildi?
Tüm bunlara girmeden önce kendisinden kısa da olsa biraz bahsetmekte fayda var. Lorde, '96 (!!) doğumlu Ella Yelich-O'Connor'ın sahne adı. Ella, Yeni Zelanda'nın Auckland şehrinde ailesiyle birlikte yaşıyor ve lise son sınıfa yeni geçmiş. 11 yaşındayken bir okul organizasyonunda şarkı söylerken keşfediliyor. Bu performansın kaydı bir şekilde bir müzik firmasına ulaşıyor ve Ella Universal'e bağlı bir şekilde bir prodüktörle şarkı yazmaya başlıyor. Bu çalışmaların ilk ürünü olan 5 şarkılık ilk EP'si The Love Club'ı geçtiğimiz Mart'ta SoundCloud üzerinden ücretsiz yayınlıyor. Bu EP kulaktan kulağa yayılarak iyice popüler oluyor. Ülkesinde "ünlü" sayılabilecek bir tanınırlığa ulaşıyor, EP'sini de dinleyebileceğiniz Youtube kanalındaki videolar bir milyonu aşkın insan tarafından izleniyor. EP'nin popülerliği sayesinde ilk kez ülkesinden çıkıp Los Angeles'a, New York'a gidiyor, buralarda sahne alıyor.
Tüm bu başarıya rağmen daha görünür olabilecekken kendini saklamayı seçen bir isim Lorde. Ancak hakkında araştırma yaptıkça ve röportajlarını okudukça aslında ne kadar başarılı olduğunu kavrayabiliyorsunuz: Lorde'nin EP'si hem çok iyi satıyor, hem de müziği endüstride saygı duyulan birçok isimden övgü alıyor. Bu "az görünürlük" röportajlarında söylediğine göre tamamen kendi seçimi. Etrafta dolaşan fotoğrafların müziğini ve personasını temsil etmesine çok dikkat ettiğini, uzunca bir süre sırf bu sebepten Twitter ve Instagram kullanmadığını söylüyor, örneğin. Yukarıda da kullandığım fotoğraf, Lorde'nin çocukluğundan beri en büyük ilgi alanlarından biri olan aristokrasiyi ve kraliyeti temsil eden, bu şekilde kurgulanmış bir fotoğraf. Bu aristokrasi ve kraliyet sevgisi, Lorde'nin sahne persona'sında ve müziğinde de çok belirgin. Sahne isminin Lord(e) olması, ilk single'ı Royals ve sözleri, bu ilginin kendini gösterdiği diğer örnekler.
Önce persona'sından sonra müziğinden bahsetmek doğru değil biliyorum ama gerçekten (kendisinin tasarladığı gibi) bu ikisi çok iç içe. Lorde, Animal Collective, Yeasayer gibi grupların yaptığı gibi insanın ağzına takılacak ve aklından çıkmayacak, "zeki" bir müziğin peşinde olduğunu söylüyor röportajlarında. Her ne kadar yaptığı müziğin pop müzik olduğunun bilincinde olsa da, tüketim müziği yapmamanın, TMZ kültürünün parçası olmaktan uzak durmanın, rap kültürünün meta anlayışının ne kadar gerçeklikle örtüşmediğinin bilincinde olmanın ve bu bilinçle şarkı yazmanın öncelikleri olduğunu da söylüyor. Ben onu bu kendinin farkındalığıyla Grimes'a çok benzettim açıkçası. Müziğiyle olduğu kadar varoluşu ve temsil ettikleriyle çok sevdiğim bir isimdir Grimes, bu anlamda Lorde de takdirimi kazandı. Şarkılarının melodileri ve beatleri de bana ağırlıklı olarak yine çok sevdiğim Emily Wells'i çağrıştırıyor. Ancak sözlerinde Wells'de olmadığı kadar yoğun derecede pop kültür referansı var. Zaten röportajlarında da pop kültürünü çok yakından takip ettiğini, takdir etmese de TMZ'i ve Tumblr çok kullandığını söylüyor. Kısacası karşımızda epey gelecek vadeden, şarkı ve söz yazarlığıyla yaşıtlarından ve büyüklerinden epey yetenekli, ultra kendinin farkında ve de feminist bir wunderkind var. Martta yayınladığı ilk EP'si The Love Club'ı bu Eylül'de yayınlanacak ilk uzun çaları Pure Heroine takip edecek. O zamana kadar en azından EP'sinin en öne çıkan şarkısı Royals'ı dinlemezlik etmeyin!
Tüm bunlara girmeden önce kendisinden kısa da olsa biraz bahsetmekte fayda var. Lorde, '96 (!!) doğumlu Ella Yelich-O'Connor'ın sahne adı. Ella, Yeni Zelanda'nın Auckland şehrinde ailesiyle birlikte yaşıyor ve lise son sınıfa yeni geçmiş. 11 yaşındayken bir okul organizasyonunda şarkı söylerken keşfediliyor. Bu performansın kaydı bir şekilde bir müzik firmasına ulaşıyor ve Ella Universal'e bağlı bir şekilde bir prodüktörle şarkı yazmaya başlıyor. Bu çalışmaların ilk ürünü olan 5 şarkılık ilk EP'si The Love Club'ı geçtiğimiz Mart'ta SoundCloud üzerinden ücretsiz yayınlıyor. Bu EP kulaktan kulağa yayılarak iyice popüler oluyor. Ülkesinde "ünlü" sayılabilecek bir tanınırlığa ulaşıyor, EP'sini de dinleyebileceğiniz Youtube kanalındaki videolar bir milyonu aşkın insan tarafından izleniyor. EP'nin popülerliği sayesinde ilk kez ülkesinden çıkıp Los Angeles'a, New York'a gidiyor, buralarda sahne alıyor.
Tüm bu başarıya rağmen daha görünür olabilecekken kendini saklamayı seçen bir isim Lorde. Ancak hakkında araştırma yaptıkça ve röportajlarını okudukça aslında ne kadar başarılı olduğunu kavrayabiliyorsunuz: Lorde'nin EP'si hem çok iyi satıyor, hem de müziği endüstride saygı duyulan birçok isimden övgü alıyor. Bu "az görünürlük" röportajlarında söylediğine göre tamamen kendi seçimi. Etrafta dolaşan fotoğrafların müziğini ve personasını temsil etmesine çok dikkat ettiğini, uzunca bir süre sırf bu sebepten Twitter ve Instagram kullanmadığını söylüyor, örneğin. Yukarıda da kullandığım fotoğraf, Lorde'nin çocukluğundan beri en büyük ilgi alanlarından biri olan aristokrasiyi ve kraliyeti temsil eden, bu şekilde kurgulanmış bir fotoğraf. Bu aristokrasi ve kraliyet sevgisi, Lorde'nin sahne persona'sında ve müziğinde de çok belirgin. Sahne isminin Lord(e) olması, ilk single'ı Royals ve sözleri, bu ilginin kendini gösterdiği diğer örnekler.
Önce persona'sından sonra müziğinden bahsetmek doğru değil biliyorum ama gerçekten (kendisinin tasarladığı gibi) bu ikisi çok iç içe. Lorde, Animal Collective, Yeasayer gibi grupların yaptığı gibi insanın ağzına takılacak ve aklından çıkmayacak, "zeki" bir müziğin peşinde olduğunu söylüyor röportajlarında. Her ne kadar yaptığı müziğin pop müzik olduğunun bilincinde olsa da, tüketim müziği yapmamanın, TMZ kültürünün parçası olmaktan uzak durmanın, rap kültürünün meta anlayışının ne kadar gerçeklikle örtüşmediğinin bilincinde olmanın ve bu bilinçle şarkı yazmanın öncelikleri olduğunu da söylüyor. Ben onu bu kendinin farkındalığıyla Grimes'a çok benzettim açıkçası. Müziğiyle olduğu kadar varoluşu ve temsil ettikleriyle çok sevdiğim bir isimdir Grimes, bu anlamda Lorde de takdirimi kazandı. Şarkılarının melodileri ve beatleri de bana ağırlıklı olarak yine çok sevdiğim Emily Wells'i çağrıştırıyor. Ancak sözlerinde Wells'de olmadığı kadar yoğun derecede pop kültür referansı var. Zaten röportajlarında da pop kültürünü çok yakından takip ettiğini, takdir etmese de TMZ'i ve Tumblr çok kullandığını söylüyor. Kısacası karşımızda epey gelecek vadeden, şarkı ve söz yazarlığıyla yaşıtlarından ve büyüklerinden epey yetenekli, ultra kendinin farkında ve de feminist bir wunderkind var. Martta yayınladığı ilk EP'si The Love Club'ı bu Eylül'de yayınlanacak ilk uzun çaları Pure Heroine takip edecek. O zamana kadar en azından EP'sinin en öne çıkan şarkısı Royals'ı dinlemezlik etmeyin!
22.8.13
True Blood'ın 6. Sezonunun Ardından
Dikkat: Bu yazı 6. sezon finali hakkında spoiler içermektedir!
Burayı epeydir ihmal ettiğimin farkındayım. Blogumu çok sevsem de bu aralar "gerçek" hayat ağır basıyor, yapılacakların peşinde koşturmaktan kendime pek zaman ayıramıyorum. Ama yine de yaz boyunca izlediğim dizilerin finallerini izlemeye vakit bulabildim ve de True Blood'ın 6. sezonu ile ilgili düşüncelerim ile karşınızdayım.
True Blood, 2008'den beri bir rutin halinde, ABD'de yayınlandıktan sonraki gün izlediğim, benim için artık alışkanlığa dönüşmüş bir dizi. Sezon kötülerini, karakterlerin gidişatını ya da Bill'in bulaştığı türlü saçmalığı beğenmesem de, komedisiyle ve Lafayette ve Pam gibi karakterleriyle mutlaka gönlümü almayı başarıyor. Bu açıdan diziye dair beklentilerimin çok yüksek olmadığını söylemek mümkün.
Buna rağmen 5. sezon gibi beni bile epey zorlayan, şimdi düşününce hatırlanası çok az an barındıran bir sezondan sonra 6. sezon için pek ümitli değildim. Sezona "şöyle bir göz atıp beğenmezsem bırakırım" düşüncesiyle başladım. Malum Alan Ball da geçtiğimiz sezon diziden elini eteğini çekmişti ve bu durum, çoğu entertainment yazarı tarafından dizinin son demlerinde olduğuna yorulmuştu. Neyse ki, True Blood bu sezon sahiden de ölümden döndü ve bundan sonraki sezonlarına dair umut vaat etmeye başladı. Bunun da en büyük sebebinin bu sezonun dizinin temellerine (yani vampir - insan gerilimine ve Sookie'nin geçmişi ve kaderiyle ilgili yeni gerçeklerle yüzleşmesine) dönüşü olduğunu düşünüyorum. True Blood, fantastik hikaye ağları üzerinden toplumsal eleştiri yapabildiğince ve Sookie'yi başına gelenler karşısında etken kılabildikçe güçlü. 6. sezon, Governor Burrell'in vampirlere karşı açtığı savaş ve Sookie'nin hem vampir hem de faerie Warlow karşısında varolma çabasıyla bu anlamda son derece zengindi.
Warlow'un, dizinin tek boyutlu kötüsü yerine Lillith tarafından hayatı mahvedilmiş, Sookie'ye gerçek duygular besleyen bir karakter olarak çizilmiş olmasını çok tuttum. Geçen sezonki Freddy Kruger görüntüsünden kurtulup Robert Kazinsky olarak karşımıza çıkması da başka bir artısı tabii ki :) Ancak Warlow'un bütün sezon boyunca Sookie için neredeyse Bill ve Eric gibi romantik bir eş olarak çizilip son bölümde "gerçek yüzü"nün açık edilmesi sadece beni şaşırtmadı diye umuyorum. O ana kadar Warlow'un tek falsosu Niall'ı başka bir dimension'a göndermek suretiyle elimine etmesiydi, o da benim gözümde True Blood dünyasında bir karakteri "evil" ilan etmek için yeterli bir sebep değil. O yüzden Warlow'un son bölümdeki "Gelinim olacaksın" hallerini açıkçası bayağı bir damdan düşme buldum.
Burayı epeydir ihmal ettiğimin farkındayım. Blogumu çok sevsem de bu aralar "gerçek" hayat ağır basıyor, yapılacakların peşinde koşturmaktan kendime pek zaman ayıramıyorum. Ama yine de yaz boyunca izlediğim dizilerin finallerini izlemeye vakit bulabildim ve de True Blood'ın 6. sezonu ile ilgili düşüncelerim ile karşınızdayım.
True Blood, 2008'den beri bir rutin halinde, ABD'de yayınlandıktan sonraki gün izlediğim, benim için artık alışkanlığa dönüşmüş bir dizi. Sezon kötülerini, karakterlerin gidişatını ya da Bill'in bulaştığı türlü saçmalığı beğenmesem de, komedisiyle ve Lafayette ve Pam gibi karakterleriyle mutlaka gönlümü almayı başarıyor. Bu açıdan diziye dair beklentilerimin çok yüksek olmadığını söylemek mümkün.
Buna rağmen 5. sezon gibi beni bile epey zorlayan, şimdi düşününce hatırlanası çok az an barındıran bir sezondan sonra 6. sezon için pek ümitli değildim. Sezona "şöyle bir göz atıp beğenmezsem bırakırım" düşüncesiyle başladım. Malum Alan Ball da geçtiğimiz sezon diziden elini eteğini çekmişti ve bu durum, çoğu entertainment yazarı tarafından dizinin son demlerinde olduğuna yorulmuştu. Neyse ki, True Blood bu sezon sahiden de ölümden döndü ve bundan sonraki sezonlarına dair umut vaat etmeye başladı. Bunun da en büyük sebebinin bu sezonun dizinin temellerine (yani vampir - insan gerilimine ve Sookie'nin geçmişi ve kaderiyle ilgili yeni gerçeklerle yüzleşmesine) dönüşü olduğunu düşünüyorum. True Blood, fantastik hikaye ağları üzerinden toplumsal eleştiri yapabildiğince ve Sookie'yi başına gelenler karşısında etken kılabildikçe güçlü. 6. sezon, Governor Burrell'in vampirlere karşı açtığı savaş ve Sookie'nin hem vampir hem de faerie Warlow karşısında varolma çabasıyla bu anlamda son derece zengindi.
Warlow'un, dizinin tek boyutlu kötüsü yerine Lillith tarafından hayatı mahvedilmiş, Sookie'ye gerçek duygular besleyen bir karakter olarak çizilmiş olmasını çok tuttum. Geçen sezonki Freddy Kruger görüntüsünden kurtulup Robert Kazinsky olarak karşımıza çıkması da başka bir artısı tabii ki :) Ancak Warlow'un bütün sezon boyunca Sookie için neredeyse Bill ve Eric gibi romantik bir eş olarak çizilip son bölümde "gerçek yüzü"nün açık edilmesi sadece beni şaşırtmadı diye umuyorum. O ana kadar Warlow'un tek falsosu Niall'ı başka bir dimension'a göndermek suretiyle elimine etmesiydi, o da benim gözümde True Blood dünyasında bir karakteri "evil" ilan etmek için yeterli bir sebep değil. O yüzden Warlow'un son bölümdeki "Gelinim olacaksın" hallerini açıkçası bayağı bir damdan düşme buldum.
Damdan düşme demişken Billith'ten bahsetmemek olmaz.. Bill gibi kendini fazla önemseyen ve içten + dıştan pazarlıklı bir karakterin Lilith tarafından vampir ırkını kurtarmakla görevlendirilmesi son derece beklenir bir gelişme idi. En hazzetmediğim karakterlerden olsa da dizinin mitolojisini oluşturduğundan Bill - Lilith ve Lilith - Warlow ilişkisini büyük bir ilgiyle izledim. Son bölümde Bill'in Lilith'in etkisi altından kurtulup birden Sookie derdine düşmesini ise ne yazık ki Warlow'a son bölümde yapıştırılan rol gibi zorlama buldum. Bill'in Sookie'yi en son ne zaman umursadığını hatırlamaya çalıştığımda aklıma 2. sezondan görüntüler geliyor. Dizi patronu Brian Buckner, Bill'in bu "uyanışını" Lilith'in etkisinden kurtulup Sookie'ye olan duygularını hatırlamasıyla açıklamış. Ölümü reddedecek kadar Lilith'in etkisini üzerinden atabilen ve ona direnebilen Bill'in, Sookie'ye yaptıklarını sadece Lilith ile açıklamak bana dizinin aşk üçgeni çıkmazını sağlamlaştırmak için uydurulmuş bir bahane gibi geliyor. Aksine ikna olmam için de ne yazık ki dizi bana pek bir sebep vermedi şu ana dek.
Brian Buckner, 6. sezonun yanı sıra 7. sezon ile ilgili de açıklamalarda bulunmuş. Öncelikle "Eric öldü mü?" diye Google'layıp yolu buraya düşmüş olanları rahatlatayım: Buckner'ın açıklamalarına göre Eric ölmedi ve Alexandar Skasgaard 7. sezonda da dizinin ana kadrosunda yer alacak. Her ne kadar yukarıda da bir fotoğrafını görebileceğiniz sahne, bir ana karakteri uğurlamak için son derece epik bir sahne olsa da ve de beni çok eğlendirse de, Eric'siz bir True Blood, çoğunuz gibi, ben de düşünemiyorum. Nasıl kurtulacağı, Pam'in onu bulup bulamayacağı vs gibi sorular ise önümüzdeki sezon cevaplanacak. 7. sezondan diğer bilgilere geçecek olursak.. Jessica'nın ve Jason'ın yeni vampirleri James ve Violet, önümüzdeki sezon ana kadroda olacaklar. Buckner, benim de çok sıkıcı bulduğum werewolf hikayesinden uzaklaştıklarını ve tamamen insanlar ve vampirler arasındaki ilişkilere odaklanacaklarını söylüyor. Yani True Blood ilk sezonlarındaki yalınlığa geri dönmeye çalışacak. Her karakterin başka bir coğrafyada kendi hikayesinin peşinden koştuğu bir hal yerine, çoğunluğun Bon Temps'da olduğu ve tek bir ana meseleyle uğraştığı bir forma kavuşacak dizi. Ana mesele de Hep V karşısında savunmasız kalan vampirlerin ve de insanların bir anlaşma içine girmek zorunda kalmaları ve bunun yarattığı sıkıntılar olacak. Son olarak, Sookie ve Alcide ilişkisine meraklılar bu ikiliyi de bolca birlikte görecekler, ama Bill de kendini Sookie'ye affettirmeye çalışacak ne yazık ki. Kısacası, 7. sezonunda daha soap opera vari bir True Blood bizi bekliyor olacak. Sizi bilmem ama ben bu sezondan sonra 7. sezondan çok umutluyum ve de önümüzdeki yazı iple çekiyorum!
5.8.13
Byzantium: "Feminist Bir Vampir Meseli"
SPOILER İÇERMEKTEDİR!
Joss Whedon, Buffy the Vampire Slayer'dan bahsederken, "Vampirlerle ilgili sahip olduğunuzu iddia edemeyeceğiniz tek şey 'ilk'tir," der. Sırf geçtiğimiz 10 seneyi bile değerlendirdiğinizde bu önermenin ne kadar doğru olduğunu görmemek mümkün değil. Vampirler her eğlence ve sanat formatındalar ve pek de bir yere gidecekmiş gibi görünmüyorlar. Vampire Diaries spin-off'u The Originals ve geçtiğimiz İstanbul Uluslarası Film Festivali'nde gösterime girmiş Byzantium, vampir ürünlerinin benim aklıma gelen ve takip ettiğim en yenileri.
Byzantium, The Crying Game ile En iyi Senaryo Oscar'ını kazanmış Neil Jordan imzalı bir film. Başrollerinde Gemma Arterton, Sam Riley ve Saoirse Ronan gibi yakın zamanda isimleri duyulmaya başlamış, gelecek vaat eden isimler var. Senaryosu, Moira Buffini tarafından kendi oyunundan filme uyarlanmış.
Ben filmi sadece Saoirse Ronan için izlemeye başlayıp hikayenin orijinalliği karşısında büyük bir şaşkınlığa uğradım. Byzantium, vampir kanonunda yine görece yakın zamanda gösterime girmiş bir roman uyarlaması olan Let the Right One In kadar önemli olacağını düşündüğüm bir hikaye. Bunda da oyun yazarı Buffini'nin senaryosunun büyük bir etkisi var.
(Buraya kadar SPOILER uyarımı dikkate almamış okurları tekrar bir uyarmakta fayda görüyorum. Bundan sonra diyeceklerim filmden aldığınız hazzı büyük bir ölçüde etkileyebilir, bilginize :) )
Buffini'nin öyküsü, filmin başında ilişiklerini bilmediğimiz Clara ve Eleanor'un gizemli hayatını konu ediniyor. Fahişe Clara, hikayesini kimselere anlatamadığı için büyük bir yalnızlık ve mutsuzluk içinde yaşayan Eleanor'u korumayı kendine görev edinmiş. Kendilerine peşlerindeki tehlikeyi bertaraf etmek için devamlı kaçış ve yalanlardan oluşan bir hayat kurmuşlar ve en son yerleştikleri yerden de Clara'nın işlediği bir cinayet yüzünden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Filmin bu noktasına kadar Clara ve Eleanor'un vampir olduklarını anlamamıza neden olacak birkaç ipucunun dışında herhangi bir bilindik vampir numarası ile karşılaşmıyoruz. Clara da Eleanor da, süper hızlı ya da güçlü değil, güneşe çıkabiliyorlar, sivri dişleri yok. Bu anlamda vampir kanonundaki vampirlerden son derece farklılar. Hayatlarını idame ettirebilmek için kana ihtiyaçları var, ama para kazanmak zorunda olmak gibi son derece insani sıkıntılardan uzak değiller. Clara, Eleanor'u fahişelik yaparak kazandığı paralar ile geçindiriyor. Sanırım kan içmelerinin dışında, bildiğimiz vampirlere benzer herhangi bir yanları yok :) Bunu da damara ulaşmalarına yardım eden baş parmak tırnaklarının yardımı ile yapıyorlar. Bu da, açıkçası benim çok orijinal bulduğum bir başka özellikleri.
Byzantium'u farklı ve orijinal kılan, vampir fizyolojisinde yaptığı yeniliklerden ibaret değil. Clara ve Eleanor'un vampirizm öyküsü, film ilerledikçe flashbackler sayesinde öğrendiğimiz üzere, bir erkek hegamonyasından kaçış ve ona rağmen varolma öyküsü.
Fakir bir genç kızken Albay Ruthvell tarafından geneleve düşürülmüş Clara, tüm çabalarına rağmen hamile kalır. Kızını kendi kaderinden kaçabilmesi için bir manastıra verir ve onun masraflarını fahişelik yaparak kazandığı parayla karşılar. Ruthvell'in zulmünden kurtulamamıştır, üstüne üstlük bir de verem olur. Günleri sayılı bir hâlde kendisi de hasta olan Ruthvell ile ölmeyi bekler. Bir gün, Ruthvell'in asker arkadaşlarından öldü sanılan Darvell ikiliyi ziyarete gelir. Seneler geçmesine rağmen hiç yaşlanmamıştır. Ruthvell'e kendisi gibi olabilmesi için bir harita bırakır. Carla, haritayı ondan çalar ve yola koyulur. Adsız sansız, yerliler tarafından uğursuz kabul edilen bir adayı işaret etmektedir bu harita. Clara, adadaki tek mağaraya girer ve bu mağarada ruhuna elveda edip yeniden doğar. Ancak, Ruthvell'in zulmü, bu sefer de Eleanor'u rahat bırakmaz ve Eleanor, Ruthvell'in kendisine bulaştırdığı hastalık yüzünden ölümün eşiğine gelir. Clara, Eleanor'un kendisi gibi kötü bir kadere yenilmesine dayanamaz ve onu da adaya götürür. Böylece anne kız, kan içmeye mahkum bir şekilde 200 yıl boyunca birlikte yaşarlar. Ama bu hayat da yine erkek zulmü altında geçen bir hayat olacaktır. Darvell'in haritası, kendilerini "brotherhood" olarak adlandıran bir vampir topluluğunun haritasıdır. Bu topluluk, aralarına sadece zengin ve eğitimli erkekleri kabul etmektedir. Clara hem bir kadın, hem de bir fahişe olduğundan bu topluluk tarafından dışlanır. Üstüne bir de topluluğun en büyük yasaklarından olan "Kadınlar bir başkasını dönüştüremez," kuralını Eleanor ile çiğnediğinden, 200 yıl boyunca Darvell'in de içinde bulunduğu bu topluluk tarafından her yerde aranır. İşte Clara ve Eleanor, bu topluluktan kaçmaktadır.
Bu son derece karmaşık ancak orijinal ve iyi kurgulanmış öykü, vampirizm gibi içinde insana dair olanı barındırdığı ölçüde başarılı olan, ama bunu her zaman başaramayan bir dalı benim için yeni, ilginç ve tekrar düşünmeye değer kıldı. Let the Right One In'den beri kendi adıma bunu başaran bir öykü ile karşılaşmamıştım, ki bilen bilir, gereğinden fazla vampir öyküsü ile haşır neşir oldum, oluyorum :) Neil Jordan, filmin gösterime ilk kez girdiği Toronto International Film Festival'da bu öyküyü "feminist bir vampir meseli" olarak tanımlamış, bu Byzantium için bence son derece başarılı bir tanımlama. İkilinin hayatları boyunca maruz kaldığı zulüm, gerçekten de dönüp dolaşıp cinsiyet meselesinde kilitleniyor. Özellikle Clara'nın öyküsü, (fahişeliğe itilmesi, vampirizmin simgelediği "güç"e sahip olduğu için dışlanması, bu gücü başka bir kadına bahşettiği için cezalandırılması) içler acısı bir cinsiyetçilik öyküsü. Eleanor'un annesinden kopup kendi kimliğini kazanma ve Frank'e aşık olma öyküsü ise, biraz daha tanıdık ve romantize bir öykü ama Clara'nın hikayesini öğrenme sürecinde izleyice yardımcı olma açısından önemli. Ancak filmin can alıcı tarafı kesinlikle Clara ve Clara'yı canlandıran Gemma Arterton. Ben filmi Ronan için izlemeye başlasam da, Arterton'un performansından kesinlikle çok daha fazla etkilendim. Aralarında anne-kız ilişkisini işler kılacak bir yaş farkı olmayan ikilinin bu dinamiğini, Arterton'un Clara'yı canlandırırken çok iyi yakaladığı çaresizlik, beklenmedik derecede gerçekçi kılıyor. Onun performansını izleyip Clara'ya hayran olmamak, Eleanor için aldığı kararları ne kadar haksız olsa da anlamlandırmaya çalışmamak mümkün değil. Arterton'un yanı sıra ben Sam Riley'nin Darvell performansını, filmin sinematografisi ve müziğini de çok başarılı buldum. Özel efekte yaslanmayan, atmosferik ve performansa dayalı vampir öykülerini sevenlere, kesinlikle tavsiyemdir.
28.7.13
Kısa Kısa...
Son zamanlarda beni hakkında uzun uzun yazmaya iten herhangi bir şeye denk gelmeyince, yakın zamanda izlediğim ve beğendiğim filmler hakkında bir "Kısa Kısa.." serisi başlatmaya karar verdim. Bu seri ben "yeterince" film izledikçe güncellenecek ve bu filmler üzerine adı üstünde kısa notlardan oluşacak. Tabii yine beğendiğim ya da tartışmak istediğim filmler ile ilgili uzun yazılar da yazmaya devam edeceğim. Hadi o zaman daha fazla uzatmadan başlayalım.
Sıkça takip ettiğim torrent kaynaklarımdan birinde karşıma çıkan Oblivion bu senenin Nisan ayında gösterime girmiş bir bilim-kurgu. Başrolünde Tom Cruise, Bond serisinden tanıdığımız Olga Kurylenko, ve Andrea Riseborough var. Görece küçük rollerde Morgan Freeman ve Melissa Leo gibi daha "ağır top" sayılabilecek oyuncular da karşımıza çıkıyor. Uzaylılar tarafından saldırıya uğramış ve Ay'ı kaybetmiş Dünya son demlerini yaşamaktadır. Cruise'un canlandırdığı Jack ve Riseborough'nun canlandırdığı Vika, Dünya'nın enerji kaynaklarını depolamakla sorumlu iki kişilik bir takımdır. Görevlerini tamamladıktan sonra insanoğlunun yerleştiği Satürn uydusu Titan'a döneceklerdir. Ancak Jack, silinen anılarının yankılarından bir türlü kurtulamamakta ve Vika'nın aksine görevini sorgulamaktadır. Tam da bu sebepten, görevini ve varlığını sorgulamasına sebep olacak zorluklar ve gerçekleklerle karşı karşıya kalacaktır. Oblivion, kesinlikle ortalamanın üstünde, başarılı bir bilim-kurgu. Tron: Legacy'nin de yönetmeni Joseph Kosinski tarafından önce çizgi-roman olarak tasarlanmış, sonra da sinemaya uyarlanmış. Tom Cruise'un son derece garip Scientology bağlantısını, geçen yazki yine Scientology'nin ön planda olduğu Katie Holmes ile boşanma fiyaskosunu ve de tabii Oprah'nın koltuğundaki zıplamalarını göz ardı edip kendisini ciddiye alabilirseniz fena da bir seyir sayılmaz. Açıkçası ben bu filmle anladım ki ben kendisini artık ciddiye alamıyorum ve Tom Cruise gerçeğini unutup filmin içinde kaybolamıyorum. Bu dertten muzdarip olmayanlara önerilir.
Çok sevdiğim John Hughes'un sürekli bir yerlerde karşıma çıkan ve bir türlü izleyemediğim bu filmi Weird Science'ı sonunda izledim. 15 yaşındaki Gary ve Wyatt, okulun en ezik ve kızlardan yana bahtı bir türlü gülmeyen takımındandır. Bu durumdan kurtulmak için bir gün kendilerine bilgisayarda hayallerinin kadınını yaratırlar. Ortayan çıkan kadın Lisa, gerçekten de güzelliği ve zekası ile ikiliyi oldukça popüler ve aranır kılar ama başlarına da açılmadık dert bırakmaz. Breakfast Club, Sixteen Candles, Pretty in Pink gibi klasik John Hughes filmlerinin yanında bence sönük kalsa da aynı 80ler naifliğinde bir film Weird Science. Özellikle bilgisayar içeren sahneleri günümüz 15liklerini pek açmayacaktır diye tahmin ediyorum. Ama ben 15 yaşındayken izleseydim muhtemelen çok severdim. Saydığım John Hughes filmlerinin performansını beklemeyin ama John Hughes olsun da taştan olsun diyorsanız da kaçırmayın.
Yine sıkça karşıma çıkan ve yeni izlediğim bir komedi filmi. Owen Wilson, Vince Vaughn ve Rachel McAdams'ın başrollerde olduğu film, Christopher Walken, Bradley Cooper ve Isla Fisher gibi büyük isimleri de bomba rollerde karşımıza çıkarıyor. Ezelden beridir BFF olan John ve Jeremy, binbir yalan söyleyerek yabancıların düğünlerine gidip kadınlarla tanışıp onlarla birlikte olmayı kendilerine hobi bellemiştir. Ancak her romantik komedide olduğu gibi, ikili bu düğünlerden birinde yatağa atmaya çalıştıkları kadınlara aşık olunca işler karışır. Judd Apatow erkek arkadaşlığı üzerinden komedilerle gişede paraya para dememeye başlamadan önce çekilmiş bu film, o filmleri kesinlikle aratmıyor. Owen Wilson ve Vince Vaughn filmde gerçekten mükemmel ve inanılmaz inanılır bir ikili yaratmışlar. Vaughn'un içine düştüğü durumlar ve diyalogları klasik olacak cinsten. Ben açıkçası izlerken çok eğlendim ve çok iyi vakit geçirdim. Biraz uzun ve zaman zaman gereğinden fazla romantizme kaçtığı yerler yok değil ama sırf Vaughn için bile izlenir.
22.7.13
Haywire: Soderbergh'in Gina Carano Güzellemesi
Bu yazıya şu önerme ile başlamamda fayda var: Aksiyon filmlerine karşı tahammülüm yüksektir. (Genel olarak sanat / entertainment ürünlerine karşı da yüksektir ama konumuz onlar değil :) ) Herhangi bir sebepten merak ettiysem ve beni çok rahatsız eden bir şey söz konusu olmadıysa sonuna kadar izlerim. Sanırım şimdiye kadar sonunu getiremediğim tek aksiyon filmi Transformers'dı, onda da yönetmenin sonra medyada da sıkça yeralan cinsiyetçiliğine, Megan Fox'un devamlı orasına burasına zoomlamasına dayanamamıştım. Haywire'ı da inanılmaz sıkıcı ve de boş senaryosuna rağmen izledim ve de beni çok şaşırtan ve üzerinde konuşulması gerektiğini düşündüğüm birkaç konuda oldukça olumlu bir manzara ile karşılaştım.
Filmografisini gişede başarılı olsa da çok tutarsız bulduğum ve de "olayını" pek çözemediğim Soderbergh'in yönetmenliğini yaptığı Haywire, alanında "en iyi" sayılan gizli örgüt ajanı Mallory'nin intikam öyküsünü ele alıyor. Kendi patronu tarafından öldürülmeye çalışılan Mallory, bu ihanetin sebebini anlamak ve intikamını almak için yola koyuluyor. Bu yolda da karşısına hem elimine etmesi gereken, hem de ona yardımı dokunan birçok insan çıkıyor. Film, tam anlamıyla bundan ibaret. Hatta ben biraz daha süslemiş ve de kulağa heyecanlı gelecek hale getirmiş olabilirim. Gerçekten de Haywire'da bundan ötesi yok. Benim hakkında söylemek istediklerim de (neyse ki) senaryo ile ilgili değil.
Filmin ana karakteri Mallory'yi canlandıran Gina Carano aslında bir mixed martial arts dövüşçüsü. Haywire onu bir aksiyon oyuncusu olarak geniş kitlelere tanıtan ve aksiyon dalında SAG (Screen Actors Guild) ödülüne aday olmasını sağlayan ilk film. Soderbergh bu rolü Gina için yazmış ve Gina her ne kadar Michael Douglas, Ewan Mcgregor, Antonio Banderas ve Michael Fassbander gibi isimlerle karşı karşıya gelse de filmi tek başına sırtlanıyor. Ancak Gina Carano'nun oyunculuğu kendisi gibi deneyimsiz birinden beklenenin ötesine geçemiyor ne yazık ki. Gerçi, senaryonun da ona çok bir malzeme verdiği söylenemez. Mallory'nin tüm film boyunca tek motivasyonu intikam, tek dişe dokunur özelliği ise işinde yani dövüşte iyi olması. Benim de bahsetmek istediğim tek nokta aslında bu.
Gina Carano, mixed martial arts dünyasında güzelliği ile tanınan, hatta bu dalın "yüzü" olarak bilinen, gerçekten de güzel bir kadın. Ancak Hollywood'a hitap edecek yüze ve vücuda sahip değil. Hollywood'da (aslında dünyada bile diyebiliriz) sıkça görmeye alıştığımız, hatta normal bellediğimiz kamera önünde "normal", normal hayatta ise açlıktan ölecek gibi duran bir fiziğe değil, son derece sağlıklı bir vücuda sahip. Bu da filmde tabii ki belli oluyor.
Filmografisini gişede başarılı olsa da çok tutarsız bulduğum ve de "olayını" pek çözemediğim Soderbergh'in yönetmenliğini yaptığı Haywire, alanında "en iyi" sayılan gizli örgüt ajanı Mallory'nin intikam öyküsünü ele alıyor. Kendi patronu tarafından öldürülmeye çalışılan Mallory, bu ihanetin sebebini anlamak ve intikamını almak için yola koyuluyor. Bu yolda da karşısına hem elimine etmesi gereken, hem de ona yardımı dokunan birçok insan çıkıyor. Film, tam anlamıyla bundan ibaret. Hatta ben biraz daha süslemiş ve de kulağa heyecanlı gelecek hale getirmiş olabilirim. Gerçekten de Haywire'da bundan ötesi yok. Benim hakkında söylemek istediklerim de (neyse ki) senaryo ile ilgili değil.
Filmin ana karakteri Mallory'yi canlandıran Gina Carano aslında bir mixed martial arts dövüşçüsü. Haywire onu bir aksiyon oyuncusu olarak geniş kitlelere tanıtan ve aksiyon dalında SAG (Screen Actors Guild) ödülüne aday olmasını sağlayan ilk film. Soderbergh bu rolü Gina için yazmış ve Gina her ne kadar Michael Douglas, Ewan Mcgregor, Antonio Banderas ve Michael Fassbander gibi isimlerle karşı karşıya gelse de filmi tek başına sırtlanıyor. Ancak Gina Carano'nun oyunculuğu kendisi gibi deneyimsiz birinden beklenenin ötesine geçemiyor ne yazık ki. Gerçi, senaryonun da ona çok bir malzeme verdiği söylenemez. Mallory'nin tüm film boyunca tek motivasyonu intikam, tek dişe dokunur özelliği ise işinde yani dövüşte iyi olması. Benim de bahsetmek istediğim tek nokta aslında bu.
Gina Carano, mixed martial arts dünyasında güzelliği ile tanınan, hatta bu dalın "yüzü" olarak bilinen, gerçekten de güzel bir kadın. Ancak Hollywood'a hitap edecek yüze ve vücuda sahip değil. Hollywood'da (aslında dünyada bile diyebiliriz) sıkça görmeye alıştığımız, hatta normal bellediğimiz kamera önünde "normal", normal hayatta ise açlıktan ölecek gibi duran bir fiziğe değil, son derece sağlıklı bir vücuda sahip. Bu da filmde tabii ki belli oluyor.
Ne yazık ki bize dayatılan kadın vücudunu görmeye o kadar alışmışız ki, bu konunun ne kadar problematik olduğunun farkında olmama rağmen film boyunca gözlerim Carano'yu çok yadırgadı. Bunu yazarken ben de bir anlamda bu önyargı ve ayrımcılığı besliyorum, farkındayım, ancak böyle bir konuyu tartışmadan da aşmamız maalesef mümkün olacak gibi görünmüyor. Kilo, vücut tipi stereotype'ı sorunsalının yanı sıra, Carano, Haywire'da yine bize dayatılan kadın savaşçı / dövüşçü görüntüsünden çok farklı dövüşüyor. Erkeğe benzetilen, erkek gibi hareket eden, erkek fizikalitesinde çizilen ve realist olmayan bu dövüşçülerden farklı bir stili var Carano'nun. Doğal olan da bu zaten :) Ama film formatında görmeye alışkın olmadığımızdan bunu da yadırgıyoruz ister istemez. Mallory, öncelikle, dövüştüğü kendinden iri ve kas yapısı güçlü erkekler karşısında vücut ağırlığını kullanıyor, ya da onların vücut ağırlığını kendi safına çeviriyor. Pis dövüşüyor, eline geçirdiği vazo vs'yi kafalarında parçalamaktan, kaslarının en fazla olduğu bacaklarıyla onları boğmaktan aşağı kalmıyor. Duvardan güç alıp düşmanına tekme attığında bunu bizi gaza getirmek değil hız kazanmak için yaptığını görebiliyorsunuz. Bu anlamda gerçekten de önemli Carano ve Soderbergh'in Haywire ile başardığı. Açıkçası ben "güçlü kadın" rolünde böyle bir karakter ve oyuncuyu izlemekten büyük bir haz aldım. Mallory, filmde kimsenin karısı, sevgilisi vs değil, aşk / sevgi / koruma içgüdüsü gibi kadın karakterlerin ana motivasyonları ilan edilmiş stereotypelarla hareket etmiyor. Ayrıca bir süpermodele de benzemiyor. Tüm bunlara rağmen güzel, seksi ve de çok güçlü. Bu anlamda Haywire önemli bir film, Gina Carano'nun bu filmlerde karşımıza çıkması önemli bir mesele ve Soderberg berbat bir senaryoyla da olsa en azından bunu başardığı için takdir edilesi.
Umarım Carano'yu Hollywood'da daha büyük prodüksiyonlarda kilo vermeden, kendi stilinden uzaklaşmadan dövüşürken görmeye devam ederiz. Ben bu anlamda Hollywood'dan umutlu değilim ama Carano'dan umutluyum.
Subscribe to:
Posts (Atom)